29 Haziran 2020 Pazartesi

Serencamım-10 ; “TECRİT”

Sabah olmuştu... 

Bir önceki gece yaşananlar gözümün önüne gelip gidiyor, bundan sonra olacaklarla ilgili tahminler yürütmeye çalışıyordum. O gece uyudum mu uyumadım mı? Orucumu nasıl tuttum hatırlamıyorum...

Ortada bir disiplin suçu vardı ve aslında bu tip durumlarda teamüller de belliydi… Genelde İlk amir olan Komutan olayın taraflarının yazılı savunmalarını alır, savunmanın mahiyetine göre de ya kendi ceza yetkisi çerçevesinde cezalandırır ya da meseleyi Disiplin Mahkemesine veya Askeri Mahkemeye sevk ederdi

Ama Öyle olmadı…

Sabah mesai başlar başlamaz Birlik Komutanı sayılan Albay Rütbesindeki Fabrika Müdürü’nün Makamına çıkarıldım. İlginç bir şekilde, ifademi bizzat kendisi almak istemişti. Bu durum teamüllere hiç uymuyordu. Normalde ifade alınmadan önce ilk amirim tarafından yazılı savunmam alınmalıydı. İfadeyi de Birlik Komutanı almazdı...

Odasına girdiğimde askeri geleneklere uygun bir şekilde selam verip kendimi takdim eder etmez, Albay tabiri caizse, açtı ağzını yumdu gözünü… O’nun işi değildi ama sözde ifademi alıyordu… Önce bir soru soruyor, hemen ardından, daha ben cevap vermeye başlar başlamaz sözümü kesiyor, bağırıp çağırarak tahkir ve tezyif etmeye başlıyordu.

Yapılan muamele ifade almak değil, adeta sözlü taciz ve bir tür psikolojik şiddetti… Olayın iki tarafı vardı ama sadece ben bu muameleye maruz kalıyordum. Olay bir disiplin suçuydu ama siyasi bir suçmuş gibi muamele ediliyordu.

Ben albayın yanındayken, birileri de misafirhanedeki odamı arayıp, buldukları ne kadar kitap varsa hepsini toplayıp albayın odasına getirmişlerdi. Anlaşılan albay odamın aranması için emir de vermişti.

Albay odamdan getirilen kitaplara bakarak "hepsi bu kadar mı?" dedi.

"Hepsi bu kadar Komutanım" dediler... Zaten henüz çok fazla kitabım da yoktu... Hepsini tek tek kontrol etti... Bir Kur'anı Kerim, bir ilmihal, bir kaç roman... Hepsi bu kadar...

"Bunlar yasak yayın değil!... Her yere baktınız mı?! Başka kitaplar olmadığına eminsiniz değil mi?" diye söylendi...

Ne kadar sürdü bilmiyorum… Ama ben kendimi ifade edemeden, Albay hiddetle bağırarak “çabuk alın götürün şunu!..” diyerek haykırdı…

Ne olduğunu anlamadan rütbesini hiç hatırlamadığım bir subay ve bir er nezaretinde bindirildiğim askeri jeeple alelacele yola düştük.

Nereye gidiyoruz diye sordum… Merkez Komutanlığı’na dedi subay olan…

“Ne işimiz var Merkez Komutanlığında Komutanım “dedim.

“Cezanı orada çekeceksin” dedi… 
Anlayamıyordum… 
Ama o an cesaret edip bir soru daha soramadım… 
Zaten Albayın tehdit ve hakaretlerinden yeterince yılmıştım. Artık bir ters cümleye daha tahammülüm yoktu…

Ancak olacak şey değildi... Rütbeli bir personele verilecek ceza ve bu cezanın uygulama şekli belliydi… Disiplin suçu işleyen bir rütbeliye oda hapsi verilmişse bu ceza askeri birlik içindeki bir mekânda (-ki, Fabrikada bu tip cezalar misafirhanedeki bir odanın kapısına nöbetçi koymak suretiyle-) çektirilirdi… Merkez Komutanlığında oda hapsi o güne kadar ne görülmüş ne duyulmuştu…

Nasıl olduğunu hala bilmiyorum. Ama apar topar, hiçbir yazılı ifade veya savunma alınmadan, hiçbir ceza tebliğ edilmeden, Merkez Komutanlığına götürülmüş ve kapısında “TECRİT” yazan bir hücreye atılmıştım.

Tecrit Hücresi bodrum kattaydı. Kapısı demir parmaklıklardan oluşan, tavana yakın parmaklıklı küçük bir penceresi bulunan, sadece bir ranza ve küçük bir masa ile bir sandalyenin sığabileceği kadar genişlikte, daracık, loş, (-adı üstünde-); bir hücreydi.

Kısa bir süre sonra 30-35 yaşlarında, iri yapılı, sert görünümlü, çatık kaşlı, çavuş rütbesinde bir erbaş, elinde bir çarşaf ve bir nevresim olduğu halde kapıya geldi ve kilidi açıp içeri girdikten sonra, elindekileri ranzanın üstüne fırlatıp çıkarken, sert ve umursamaz bir ses tonuyla “yatağına serersin…” dedi ve kapıyı çekip çıktı...

Gelen seslerden, bitişik koğuşta da tutuklu erlerin kaldığı anlaşıyordu. Kendi aralarında, “…TECRİT’ e yeni misafir gelmiş, astsubaymış...” diye konuştuklarını duyuyordum.

Çavuşla karşılıklı konuşma ve hitap tarzlarından, çavuşun buranın sorumlusu olduğu anlaşılıyordu.

Yaşı askerlik çağının çok üstündeydi. Anlaşılan askere geç gelmişti ama genelde askere geç gelenler belalı tipler olurdu ve rütbe alamazlardı...

Hem çavuş hem ileri yaşta bir erbaş…

Ve ortada onun dışında rütbeli kimse görünmüyordu.

Belirsizlikler üst üsteydi … Neden buraya gönderilmiştim, ne kadar kalacaktım ve bu işin sonu nereye varacaktı?!..
Kafam allak bullaktı…

Devam Edecek>>>>>>>

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder