24 Haziran 2020 Çarşamba

Serencamım-5 ; “Askerî Öğrencilik Yıllarından Küçük Bir Kesit...”

Henüz bulûğa ermeden girip, reşit olarak mezun olduğum askerî öğrencilik yılları Astsubay Sınıf Okulu ile birlikte dört yıl sürdü.

Acı-tatlı anılarla dolu, acısı alabildiğine acı; tatlısı alabildiğine tatlı, dolu dolu yaşanmış kocaman bir dört yıl…

Ama bir gün olsun pişman olmadım, bir an olsun “offf!..” bile demedim. Devam eden askerlik yıllarımda da bu hep böyleydi...

Askerî okula girerken, beni tanıyan hemen herkesin, fizikî açıdan benim askerliğe elverişli olmadığımı iddia etmesine ve beni bu yoldan döndürmeye çalışmasına karşın, bu dört yılın sonunda 1,51 boyla girdiğim okulumdan 1,76 boyla, tabiri caizse çakı gibi bir Astsubay olarak mezun olmuştum.

“Astsubay” demişken, burada bir şeyin altını çizmek istiyorum;
Tüm askerlik yaşamım boyunca gerek okulda, gerek kıt’ada liyakatli bir asker olmayı, statü olarak subay veya astsubay olmanın hep üstünde tuttum. Benim için asıl olan subay veya astsubay olmaktan önce, liyakatli bir asker olmaktı.

Hatta inanmayacaksınız… Askerî okula girerken “subay” nedir, “astsubay” nedir; hangisi, hangisinin üstüdür, inanınız bunu bile bilmiyordum. Doğrusu, bilmeme gerek de yoktu… Zira ben statü edinmek için değil, askerliği tutku ile sevdiğim için asker olmak istemiştim.
...
Askerî öğrencilik yıllarında çok anı biriktirdim. O yıllarda tuttuğum günlük sayfalarında saklı sayısız anılarım vardır. Ama bir tanesi bende öyle iz bıraktı ki, hayatımın her evresinde hatırlar ve mutlaka hatırıma geldiği her ortamda şifahen de olsa paylaşırım…

Askerî okulun ilk yılında hatta ilk döneminde, soğuk bir kış günü ve hafta sonuydu. Tüm öğrenciler çarşı iznine çıkarken, ben halâ başımın belası olan beden eğitimi notlarımı ve koşu standartlarmı yükseltebilmek için okulun spor alanı çevresinde koşarak antrenman yapıyordum. Malûm; okul giriş sınavında beni imtihan eden o uzun boylu yüzbaşıya, daha iyi koşacağıma dair söz vermiştim.

Açıkçası askerî okuldaki Beden Eğitimi dersleri öyle sivil okullarda bildiğimiz cinsten ip atlayarak, yakar top oynayarak geçiştirilen türden bir ders değildi. Burada anlatılamayacak kadar zor bir programı vardı. Şu kadarını söyleyeyim, Beden Eğitimi dersinden bütünlemeye kalanlar bile oluyordu.

Neyse uzatmayalım, antrenman yaparken bir ara dinlenmek için kenara oturduğum sırada benden iki yıl önde, yani üçüncü sınıf ve sporcu olduğu her halinden belli bir abiyi antrenman yaparken görmüş ve biran kendimi üçüncü sınıfa sağ salim erişmiş, kıt’aya çıkmasına çok az zamanı kalmış bir öğrenci olarak hayal etmeye başlamıştım.

Daha yolun başındaydım ve geçirmem gereken daha çok uzun yıllar vardı… Bu düşüncelerle o kadar dalmışım ki, o abinin yanıma geldiğini hiç fark etmemiştim.

Bir an omzumda hissettiğim bir elle irkildim. O abi yanıma gelmiş, dalıp gittiğimden hiç haberim bile olmamıştı. Hemen ayağa kalktım.
(-Okulda üst sınıf devrelerle, alt sınıf devreler arasında askerî gelenekler gereği astlık, üstlük hukuku vardı-)

Bana “otur otur…” dedi. O da yanıma oturdu ve benim bugüne kadar hiç unutmadığım, aramızda geçen o hikmetli sohbet başladı…

“Hayırdır çözmez, derin derin dalmış ne düşünüyorsun?.. Evini mi özledin?...

“Yok abi…Seni görünce bir an imrendim, ben de bir gün sağ salim, başarıyla, ailemi mahcup etmeden üçüncü sınıfa erişebilecek miyim, bu günler geçecek mi diye düşünüyordum…Ne mutlu... Sen inşaAllah bir yıl sonra mezun olup gideceksin, bense daha yolun başındayım…”

“Adın neydi senin?..”
“Hakan…Hakan ŞİMŞEK…”
“Bak Hakan... Bugünü ve bu ânı hiç unutma. Çünkü bu ânı bir daha hatırladığında bir bakmışsın mezun olmuşsun, bir bakmışsın kıt’aya çıkmış göreve başlamışsın, bir bakmışsın emekli olmuşsun…Yıllar ne kadar yavaş geçiyor gibi görünse de aslında çok çabuk geçer, anlayamazsın bile… Önemli olan yılların çabuk geçmesi değil, geçmekte olan vaktin en iyi şekilde değerlendirilmesi, israf edilmemesidir. Yılların geçip geçmeyeceğine değil, o yılları nasıl geçirmen gerektiğine odaklanmalısın…”

Evet…
Bugün bu satırları yazarken o abiyi bir kez daha minnet ve şükranla anıyorum. Hayatım boyunca elimden geldiğince bu anlayışı düstur edinmeye çalıştım…

Bugün görüyorum ki, geçmez dediğim yıllar su gibi akıp geçmiş, elimde bu farkındalıkla edinebildiğim, benim için paha biçilmez tecrübelerden ve dostluklardan başka hiçbir şey kalmamış…

Ve takvimler 30 Ağustos 1987’yi gösteriyorken, askerî okuldan mezun olmuş, atama kur’asında Erzurum'u çekerek,15 Eylül 1987’de Erzurum’da Kıt’aya çıkmıştım…

Nasıl geçer, diye endişelendiğim yıllar işte geçip gitmişti.

Şimdi Kıt’anın gerçekleriyle yüzleşme vaktiydi…

Devam edecek>>>>>>>

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder