Henüz bulûğa ermeden girip, reşit olarak mezun olduğum askerî öğrencilik yılları Astsubay Sınıf Okulu ile birlikte dört yıl sürdü.
Acı-tatlı anılarla dolu, acısı alabildiğine acı;
tatlısı alabildiğine tatlı, dolu dolu yaşanmış kocaman bir dört yıl…
Ama bir gün olsun pişman olmadım, bir an olsun
“offf!..” bile demedim. Devam eden askerlik yıllarımda da bu hep böyleydi...
Askerî okula girerken, beni tanıyan hemen herkesin,
fizikî açıdan benim askerliğe elverişli olmadığımı iddia etmesine ve beni bu
yoldan döndürmeye çalışmasına karşın, bu dört yılın sonunda 1,51 boyla girdiğim
okulumdan 1,76 boyla, tabiri caizse çakı gibi bir Astsubay olarak mezun
olmuştum.
“Astsubay” demişken, burada bir şeyin altını çizmek
istiyorum;
Tüm askerlik yaşamım boyunca
gerek okulda, gerek kıt’ada liyakatli bir asker olmayı, statü olarak subay veya
astsubay olmanın hep üstünde tuttum. Benim için asıl olan subay veya astsubay
olmaktan önce, liyakatli bir asker olmaktı.
Hatta inanmayacaksınız… Askerî okula girerken “subay”
nedir, “astsubay” nedir; hangisi, hangisinin üstüdür, inanınız bunu bile
bilmiyordum. Doğrusu, bilmeme gerek de yoktu… Zira ben statü edinmek için
değil, askerliği tutku ile sevdiğim için asker olmak istemiştim.
...
Askerî öğrencilik yıllarında
çok anı biriktirdim. O yıllarda tuttuğum günlük sayfalarında saklı sayısız
anılarım vardır. Ama bir tanesi bende öyle iz bıraktı ki, hayatımın her evresinde
hatırlar ve mutlaka hatırıma geldiği her ortamda şifahen de olsa paylaşırım…
…
Askerî okulun ilk yılında
hatta ilk döneminde, soğuk bir kış günü ve hafta sonuydu. Tüm öğrenciler çarşı
iznine çıkarken, ben halâ başımın belası olan beden eğitimi notlarımı ve koşu
standartlarmı yükseltebilmek için okulun spor alanı çevresinde koşarak
antrenman yapıyordum. Malûm; okul giriş sınavında beni imtihan eden o uzun
boylu yüzbaşıya, daha iyi koşacağıma dair söz vermiştim.
Açıkçası askerî okuldaki Beden Eğitimi dersleri öyle
sivil okullarda bildiğimiz cinsten ip atlayarak, yakar top oynayarak
geçiştirilen türden bir ders değildi. Burada anlatılamayacak kadar zor bir
programı vardı. Şu kadarını söyleyeyim, Beden Eğitimi dersinden bütünlemeye
kalanlar bile oluyordu.
Neyse uzatmayalım, antrenman yaparken bir ara
dinlenmek için kenara oturduğum sırada benden iki yıl önde, yani üçüncü sınıf
ve sporcu olduğu her halinden belli bir abiyi antrenman yaparken görmüş ve
biran kendimi üçüncü sınıfa sağ salim erişmiş, kıt’aya çıkmasına çok az zamanı
kalmış bir öğrenci olarak hayal etmeye başlamıştım.
Daha yolun başındaydım ve geçirmem gereken daha çok
uzun yıllar vardı… Bu düşüncelerle o kadar dalmışım ki, o abinin yanıma
geldiğini hiç fark etmemiştim.
Bir an omzumda hissettiğim bir elle irkildim. O abi
yanıma gelmiş, dalıp gittiğimden hiç haberim bile olmamıştı. Hemen ayağa
kalktım.
(-Okulda üst sınıf devrelerle,
alt sınıf devreler arasında askerî gelenekler gereği astlık, üstlük hukuku
vardı-)
Bana “otur otur…” dedi. O da yanıma oturdu ve benim
bugüne kadar hiç unutmadığım, aramızda geçen o hikmetli sohbet başladı…
“Hayırdır çözmez, derin derin dalmış ne
düşünüyorsun?.. Evini mi özledin?...
“Yok abi…Seni görünce bir an imrendim, ben de bir gün
sağ salim, başarıyla, ailemi mahcup etmeden üçüncü sınıfa erişebilecek miyim,
bu günler geçecek mi diye düşünüyordum…Ne mutlu... Sen inşaAllah bir yıl sonra
mezun olup gideceksin, bense daha yolun başındayım…”
…
“Adın neydi senin?..”
“Hakan…Hakan ŞİMŞEK…”
“Bak Hakan... Bugünü ve bu ânı
hiç unutma. Çünkü bu ânı bir daha hatırladığında bir bakmışsın mezun olmuşsun,
bir bakmışsın kıt’aya çıkmış göreve başlamışsın, bir bakmışsın emekli
olmuşsun…Yıllar ne kadar yavaş geçiyor gibi görünse de aslında çok çabuk geçer,
anlayamazsın bile… Önemli olan yılların çabuk geçmesi değil, geçmekte olan
vaktin en iyi şekilde değerlendirilmesi, israf edilmemesidir. Yılların geçip
geçmeyeceğine değil, o yılları nasıl geçirmen gerektiğine odaklanmalısın…”
Evet…
Bugün bu satırları yazarken o
abiyi bir kez daha minnet ve şükranla anıyorum. Hayatım boyunca elimden
geldiğince bu anlayışı düstur edinmeye çalıştım…
Bugün görüyorum ki, geçmez dediğim yıllar su gibi akıp
geçmiş, elimde bu farkındalıkla edinebildiğim, benim için paha biçilmez
tecrübelerden ve dostluklardan başka hiçbir şey kalmamış…
…
Ve takvimler 30 Ağustos
1987’yi gösteriyorken, askerî okuldan mezun olmuş, atama kur’asında Erzurum'u
çekerek,15 Eylül 1987’de Erzurum’da
Kıt’aya çıkmıştım…
Nasıl geçer, diye endişelendiğim yıllar işte geçip
gitmişti.
Şimdi Kıt’anın gerçekleriyle yüzleşme vaktiydi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder