30 Haziran 2020 Salı

Tarihe Bir NOT; ...

Çeyrek asrı aştı... 
Daha buluğa ermeden gönül verdiğim, "Peygamber Ocağı" olarak bildiğim ve o ocağın askeri olmaktan daima şeref duyduğum askerlik vazifemden, 16 Haziran 1998 günü olağanüstü olarak toplanan Yüksek Askeri Şûra ( YAŞ ) kararlarıyla zûlmen uzaklaştırılarak sine-i millete döneli...

Bu vesile ile bu gün bir kez daha altını çizerek belirtiyorum ki;

Şeffaf, samimi, gizlisi-saklısı, gizli gündem ve ajandası olmayan, şundan bundan aldığı fasit fetvalarla, TAKİYYE ile değil, ALLAH ve Resulü'nün va'z ettiği hükümlerle inancını yaşamaya çalışan, askerî gelenek ve kurallarla temelde hiçbir sorunu olmayan, kışlayı peygamber ocağı olarak bilen, milletinin emrinde, din ü devlet, ümmet-i Muhammet için ölmeyi şehadet; kendi halkına silah doğrultmayı ihanet ve şerefsizlik kabul eden benim gibi binlerce mütedeyyin asker "İrtica ile mücadele" maskesi altında yıllarca "Sakıncalı" yaftasıyla ötekileştirip, her türlü zulüm ve haksızlığa maruz bırakıldılar...

Yapılan bu zulüm, bizlerin Sultan Alparslan, Sultan Fatih, Sultan Yavuz ve Kanuni Sultan Süleyman'ın ordusundaki askerler ile aynı ruha sahip olmasına tahammül edemeyen ve kinlenen, o dönemde ordumuzun komuta kademesine sızarak önemli makamları işgal etmiş kökü dışarıda "legal görünümlü illegal yapıların" ve Onların iplerini ellerinde tutan efendilerinin emri ile olduğunu biliyoruz...

Biz bu ruha sahip olmakla ordudan uzaklaştırılmayı ve sine-i millete dönmeyi şeref kabul ederiz.

Ancak bu zulme imza atan zalimler, daha dünyaya gözünü açmadan anasının karnında bu zulmün sonuçlarına mahkum edilmiş bebelerin, eşi ordudan uzaklaştırıldığı için kanser tedavisi yarıda kesilip askeri hastaneden cebren taburcu edilerek ölüme mahkum edilen asker eşinin, tüm aile düzeni bozulan yıllarca yarınsız ve umutsuz yaşam mücadelesi ile ömrünü tüketen binlerce askerin vebali altında hesap veremeyecekler...

Ve-l âkıbet-i lilmuttakîn,

âkıbet muttakîlerindir.

Ve Lâ ûdvâne illâ âlezZalimîn,

zalimlerden başkasına karşı düşmanlık yoktur.

ALLAH bize yeter !.. O ne güzel bir Vekîldir.

Serencamım-17 ; ” İstikamet, Sine-i Millet…”

Yıl 1998…

Çekilen onca sıkıntıya rağmen 1998, bizim için umut dolu bir yıl olarak başlamıştı…

Eşimin ikizlerimize hamile olduğunu öğrendiğimiz, yeniden tayin beklediğimiz bir yıl olarak hafızalarımızda yerini almış umut dolu bir yıldı başlangıçta…

Biz bir yandan ikizlerimize vereceğimiz isimlere karar vermeye çalışıyor, diğer yandan da nüfuslarının kaydedileceği yerin –yani tayin yerimizin- neresi olacağını hayal ediyorduk…

Geleceğe dair umutlarla dolu bu tatlı telaş ve bekleyişin 16 Haziran 1998 ‘ de toplanacak OLAĞANÜSTÜ YÜKSEK ASKERİ ŞÛRA (YAŞ) ile inkıtâa uğrayacağından henüz haberimiz yoktu…

“İlginç Zamanlar” ‘da askerî şûralar da ilginçti…

Yukarıdan birileri, sözde irtica yaftasıyla ordudan ihraç etmek istedikleri rütbeli personel için Ağustos ve Aralık aylarında olmak üzere, yılda iki kez toplanan olağan askerî şûraların yeterli olmadığını düşünmüş olmalılar ki, ara dönemlerde “Olağanüstü” olarak topladıkları askerî şûra kararlarıyla da yüzlerle ifade edilen sayılarda subay ve astsubayı ordudan ihraç etmeye devam ediyorlardı...

Anlaşılan İhraç potasına girmiş askerlerin fazladan birkaç ay daha orduda kalmalarına birilerinin hiç tahammülü yoktu. Hatta Onlardan birinin, o dönemlerde “Sizden herhangi bir delil ispat istemiyorum…Emareler belli…Emarelerini gördüğünüz kimsenin gözünün yaşına bakmayacaksınız!...” mealinde emirler verdiği çok sonraları kamuoyuna yansıyacaktı…
Haziran ayı başında tayinlerimiz belli olmuştu. Tayinim Kayseri’ ye çıkmıştı. Apar topar yıllık iznimden alarak tayin olduğum şehri ve birliği görmek için Kayseri’ye gitmiş, görev yapacağım birlik komutanım başta olmak üzere müstakbel mesai arkadaşlarımla tanışmış, şehri keşfetmiş, kalacağım evi, bir yıllık peşin kira ve depozitini de ödeyerek tutmuş, müstakbel komşularımla bile tanışmıştım. Kayseri, doğacak ikizlerimiz ve bizim için tek kelime ile harika bir şehirdi.

İstanbul’a geri döner dönmez eşyalarımı toparlamış, benimle aynı dönemde Şark’a tayin olan bir meslektaşımla ortak bir kamyon bile tutmayı planlamıştık.

Biz yeni tayinin heyecan ve umuduyla telaş içinde oraya buraya koştururken, aynı günlerde yine bir olağanüstü şûra gündeme gelivermişti… O güne kadar yaşadıklarımız gözümüzün önüne geldikçe “acaba bu sefer sıra bize mi gelecek…” demeden kendimizi alamıyorduk.

Nitekim takvimler 16 Haziran 1998’i gösteriyordu ve yine bir olağanüstü şûra ile karşı karşıyaydık…Çevreme belli etmemeye çalışsam da ister istemez endişeleniyor ama kendi kendime, “beni ihraç edecek olsalar herhalde Anadolu’ya tayin etmezlerdi.” Diyerek kendimi teskîn ediyordum…

17 Haziran Çarşamba sabahı her gün olduğu gibi lojmanlardan servise binmiş, her zamanki gibi rütbelilerin günlük futbol lakırdılarıyla birbirlerine takılmalarını dinleyerek kışlaya gelmiştik.

Her gün Karargâh ‘daki odama gidene kadar en az birkaç arkadaşı görür selamlaşırken, sanki o gün binada tuhaf bir sessizlik ve terkedilmişlik görüntüsü vardı… Odamdan çıkıp koridora baktığımda kimseleri görememiştim…

Karargâh girişindeki her tarafı camlı Nöbetçi Subay Odasında da kimsecikler yoktu… Normalde her sabah, biri dünkü diğeri bugünkü nöbetçi subay olmak üzere en az iki rütbeliyi vukuat defterini doldururken görür, selamlaşarak sohbetlerine dâhil olurdum…

Kesin bir anormallik vardı…

Tam o esnada koridorun gerisinden, elinde bir evrakla devre arkadaşım Ramazan’ın yaklaşmakta olduğunu görmüştüm… Yüzünden düşen bin parça, hattâ gözleri kan çanağıydı.

İşte o an, önce ince bir kulak çınlaması, ardından bütün bedenimi saran inanılmaz bir sükûnet ve biraz istihzâi bir tebessümle “devrem, bu geliş pek hayra alâmet değil, yoksa hakkımdaki fermanı mı tebliğ edeceksin…” dediğimi hatırlıyorum...

Evet…Yukarıdakiler(!) fermanımı nihayet yazmışlardı…

Meğer haber bir önceki gece gelmiş, ben hariç neredeyse herkes duymuştu… Daha birkaç gün önce bana takdir ve teşekkür plaketi vererek tayinimi tebrik eden Tugay Komutanım, gelen yazıyı paraflayıp ilgili şubeye havale ettikten sonra âdeta kahredip makam aracına binmiş ve kimseye bir şey demeden kışladan uzaklaşmıştı. Tugay Komutanımın o günkü hissiyatını sine-i millete döndükten yıllar sonra bizzat kendinden öğrenecektim…

Mesainin ilk dakikalarındaki o sessizlik ise, gelen yazıyı bana tebliğ etmeye talip hiç kimsenin bulunamayışındanmış…Meğer, bana en yakın olan devre arkadaşlarımdan Ramazan’ı re’sen ikna edip bu tarihî görevi O’na vermişler.

İşte devrem Ramazan’la koridorda buluştuğum o an, karargâhtaki tüm sessizliğin bozulduğu andı… Herkes sanki bir anda saklandığı odalardan fırlayıp çıkmış etrafımı sarmıştı. Karargâhı âdeta bir uğultu kaplamıştı.

Bilemiyorum, belki de ben bir şok yaşıyor ve öyle hissediyordum... Ama etrafımın bir anda kalabalıklaştığından emindim...

Başta yıllardır birlikte çalıştığım Şube Müdürüm Binbaşı, mesainin her dakikasını neredeyse birlikte geçirdiğim devre arkadaşlarım, teşriki mesaide bulunduğumuz her rütbeden subay ve astsubay istisnasız hepsi de üzgün, kimi nemli gözlerle gelişmelere kahreder bir halde bana teselli vermeye çalışırken, bir yandan da “Bu kadar da olmaz !..….” Cümlesiyle başlayan yakınmalar kulağıma geliyordu…

Bir ara kendime gelip tebliğ edilen mesaj emrine baktığımda şu paragraf gözüme çarpmıştı;

“BİRLİĞİNİZDE GÖREVLİ ORD. KD. ÜÇVŞ. HAKAN ŞİMŞEK (1987-40)’ IN TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNDEN DİSİPLİNSİZLİK NEDENİYLE RE’SEN AYIRMA İŞLEMİNİN YAPILMASINA YÜKSEK ASKERİ ŞÛRA TARAFINDAN 16 HAZİRAN 1998 TARİHİNDE KARAR VERİLDİĞİ…….……” diye devam eden uzunca bir mesaj emriydi ve teleks üzerinden “İVEDİ-GİZLİ -KİŞİYE ÖZEL” kaydıyla gönderilmişti…

“Disiplinsizlik nedeniyle…” Yazıyordu… Ne kadar tuhaftı…Meslek hayatımın ilk iki yılı yaşadığım o talihsizlikler hariç, her yıl onlarca taktir almıştım. Komutan ve amirlerimce defalarca taltif edilmiştim. Ve ihraç edilme nedenim “DİSİPLİNSİZLİK” olarak yazılmıştı.

Ben halen üzerimdeki o ilginç sükûnetin tesiriyle çok fazla bir şey hissetmiyordum… Beni teselliye uğraşan meslektaşlarımdan daha sakindim. İskender PALA’ nın ifadesi ile bu olay âdeta kurşun yarası gibiydi. İlk anda bir şey hissetmek mümkün değildi…O günkü yaranın acısını ancak yıllar geçtikçe anlayacaktım.

Öyle de olmuştu… Her geçen yıl yüreğimin derinliklerinde artarak devam eden bir sızıydı benim için…Kimseyle paylaşamayacağım ve kimsenin anlayamayacağı kadar özel bir sızı.

Hâsılı kurşun yarası gibiydi. İlk anda hissedilmesi mümkün değildi.
Gelen emirde, yıllarca gururla taşıdığım kimlik ve silahımı da derhal teslim etmem isteniyordu…

Namus bildiğim ve biran olsun yanımdan ayırmadığım, her  akşam silip parlatıp yastığımın altına koyduğum ve öylece uyuduğum silahımı da teslim edecektim…

Tıpkı Ahmet ARİF’in dizelerindeki gibi;

"Yangınlar,

Kahpe fakları,

Korku çığlıkları,

Ve irin selleri, aç yırtıcılar,

Suyu zehir bıçaklar ortasındasın.

Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!

(Silahsız), Pusatsız, duldasız, üryan,

Bir cana bir de başa!..."

Artık bundan sonrası sine-i milletti benim için…

Sabah bir astsubay olarak çıktığım evime “silahsız, pusatsız ve rütbesiz” bir Er olarak geri dönmüştüm.

Askerî okulun ilk yılında bana o hikmetli nasihati yapan abinin sözleri çınlamıştı yeniden kulaklarımda…

“(…) Bugünü ve bu ânı hiç unutma. Çünkü bu ânı bir daha hatırladığında bir bakmışsın mezun olmuşsun, bir bakmışsın kıt’aya çıkmış göreve başlamışsın, bir bakmışsın emekli olmuşsun…Yıllar ne kadar yavaş geçiyor gibi görünse de aslında çok çabuk geçer, anlayamazsın bile… Önemli olan yılların çabuk geçmesi değil, geçmekte olan vaktin en iyi şekilde değerlendirilmesi, israf edilmemesidir. Yılların geçip geçmeyeceğine değil, o yılları nasıl geçirmen gerektiğine odaklanmalısın…” demişti.

Evet askerliğe intisap ettikten 37 yıl, sine-i millete döndükten tam 22 yıl sonra hâlâ bu hikmetli nasihati anıyorum… Ne kadar geçmez dediğim günler, zor yıllar varsa hepsi bir bir geçip gitti… Ağır bedeller karşılığında yaşanmış bir yığın anı ve sınanmış bir yığın dostluklar kazandım…

Ama yine de ister istemez, her Haziran bir hüzün çöker yüreğime…

Çünkü bu film, içinde geçen onca trajediye rağmen, en güzel karesinde koptu /koparıldı…

Yüreğim 22 yıldır o son karede ince bir sızı olarak kaldı... 
...
Devam Edecek>>>>>>>

Serencamım-16 ; ”O Personelin Sicil Notu Düşürülecek!..”

Lojman girişinde yaşadığımız o absürt uygulamadan sonra uzunca bir süre eşimi evimizden dışarı çıkmaya ikna etmek için çok çaba harcadığımı hatırlıyorum…

Kendince haklıydı… Yapılan ayrımcılık karşısında sarsılmıştı, gururu incinmişti. Ve aynı şeyleri tekrar yaşamaktan korkuyordu.

Özellikle uzun yaz günlerinde mesaiden sonra O’nu zorla dışarı çıkmaya ikna ediyor, oldukça geniş bir alana sahip lojman sınırları içinde kimi lojman sakinlerinin rahatsız edici bakışları altında başımız dik bir şekilde elele yürüyüş yapıyorduk.

Eşime sürekli telkinde bulunuyordum ; “Sen rahat ol, bizim utanılacak hiçbir şeyimiz yok. Burası bizim de sosyal alanımız ve bu alanda yaşamaya herkes gibi bizim de hakkımız var. Bizim yaşantımıza hiçbir beşerin müdahale hakkı yok… Biz yaşadığımız hayatın hesabını sadece ALLAH’a veririz. Ve sadece O’ndan korkarız…“

Bunu O’na açıktan söylemiyordum ama o anlarda hissettiğim duygu şuydu; eşimi âdetâ kutsal bir sancak gibi görüyordum… Gözümde ışıl ışıl dalgalanan sırmalı bir sancaktı sanki… Birlikte yürürken rahatsız edici o bakışlara rağmen, ben gururla hatta nispet edercesine dik ve kendinden emin yürümeye dikkat ediyordum. Kendimizi gizleyip ortalıkta görünmeyerek bu baskı ve ayrımcılığın normalleşmesine müsaade etmemem gerektiğine inanıyor ve bunda ısrar ediyordum.

Eşimin imtihanı benimkinden kat kat daha zordu… Hak etmediği bir ayrımcılığa maruz bırakılıyordu. O asker değildi… Hasbelkader bir asker eşiydi… Eşi nöbetçiyken yol gözleyen, kritik görevlerdeyken eşini kaybetme korkusu yaşayan tüm asker eşleri gibi bir eş…

O’nun benim gibi uymak zorunda olduğu bir kıyafet yönetmeliği de yoktu… İç Hizmet Kanunu ise O’nu hiç mi hiç bağlamıyordu. Ama nedense birileri ona çağın en ağır yükünü yüklemişlerdi.

Üstad Necip Fazıl'ın dediği gibi;

“Ne ağır imtihandır başındaki Sakarya ?!...

Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?!...”
...
Takvimler 28 Şubat’ı gösteriyordu...

Tarihe “Postmodern Darbe” olarak geçecek yeni nesil bir darbenin tesiri tüm ülkeyi sarmıştı…

İlk deneme sürümü tel örgüler içindeki kışla ve karargâhlarda uygulanan bir proje, artık ülke çapında pervasızca uygulanıyordu. Tel örgünün sınırları merhale merhale ülke sathında genişletilmeye çalışılıyordu…

Bizim kışla tel örgüleri içindeki imtihanımız da gelişmelerle eş zamanlı olarak her geçen gün daha bir zorlaşıyordu…

“İlginç Zamanlar” demiştik ya ... İşte o günlerde, zamanın ruhuna uygun bir ilginçlik daha yanmıştı...
...
Yılda bir kez personel sicilleri doldurulur, sıralı amirler aşağıdan yukarıya doğru, maiyetlerindeki rütbeli personele yüz puan üzerinden sicil notu verirlerdi.

Ama bu prosedür normal zamanlarda geçerliydi. Oysa biz “ilginç zamanlar” da yaşıyorduk ve mutlaka bir farkı olmalıydı!..

O yılki sicil döneminde de gıyabımda ilginç(!) gitgeller ve tartışmalar yaşanmıştı…

Ve ben bunu ancak sine-i millete döndükten yıllar sonra karşılaştığım, birlikte aynı kışlada görev yaptığımız bir yüzbaşıdan öğrenecektim...

Çalışmalarımdan, disiplinimden, meslekî birikimimden memnun olan tüm sıralı amirlerimin yüz tam puan ile doldurup gönderdikleri sicilim, meğer bir şekilde yukarıdan(!) geri dönmüş…

Normal zamanlarda böyle bir şey olası değildir. Personeli en iyi tanıyan sıralı amirleridir ve sicil yönetmeliği bu konuyu en ince ayrıntısına kadar açıklamıştır.

Gelin görün ki yaşadıklarımızdan, adı konulmamış yeni bir hiyerarşik yapının, daha önce defalarca doldurulmuş nitelik belgeleri ve birlik komutanlarının bilgisi dışında kendi birliği içindeki rütbelilerden devşirdikleri muhbirler yoluyla fişledikleri personelin sicil notuna müdahale etmekten, hatta sicil notlarının düşürülmesi için baskı yapmaktan çekinmedikleri anlaşılıyordu…

Yüz olan sicil notumun ısrarla sıralı amirlerce aşamalı olarak düşürülmesi isteniyordu. İlk amirim olan yüzbaşı, komutan makamına çağrılıp bu talep iletilince, o onurlu adam, “Ben bu astsubayın sicil notunu düşürürsem, sonra birlikte mesai yaparken yüzüne nasıl bakarım? Yıllardır birlikte çalışıyoruz. Her konuda kendisinden memnunum… Böyle bir ikiyüzlülüğü kendime yakıştıramam… “benzeri ifadelerle, belki de daha fazlasıyla, dik bir duruş sergileyerek tepki göstermiş ve sicil notumu düşürmeksizin “Bizim personel hakkındaki kanaatimiz budur...” diyerek aynı disiplin notuyla tekrar göndermiş, fakat bu kez de yukarıdan tehdit mekanizması devreye girmişti...

Ne şekilde tehdit edildiğini tam olarak bilmiyorum ama bu şartlarda tehdidin mâhiyetini tahmin etmek çok da zor olmasa gerek…

Nitekim, en son gelen emir, “O personelin sicil notu düşürülecek!.. “ Şeklinde daha sert ve tehditkâr bir dille iletilmişti... Buna rağmen sıralı amirlerimin onurlu ve dik duruşu sayesinde o yılki sicil notum sadece iki puan düşürülebilmiş ve 98 puan olarak gönderilmişti.

Doğrusu bu not da çok düşük sayılmazdı ama birileri için bunun hiçbir önemi yoktu… Disiplin notunun yüz tam puan olması, sıralı amirler tarafından takdir ve taltif ediliyor olmak hiçbir anlam ifade etmiyordu artık. Yukarıdaki birilerinin kendilerine göre farklı değerlendirme ölçüleri vardı. O kalıplara uymayanın sonu belliydi…

Bizim o gün yaşadıklarımız da bir nevî sonun başlangıcıydı aslında… Amaçları beni safha safha disiplinsizleştirmekti... 

Kalem yazmış, mürekkep kurumuştu...

Benim filmimin kopacağı son sahne yaklaşıyordu…

Devam Edecek>>>>>>>

Serencamım-15 ; ” Yaklaşan; Darbenin Ayak Sesleri mi?”

Nitelik Belgelerimiz Yukarıya(!) gönderilmişti… Ne olduysa ondan sonra oldu.

TSK’ nın hiyerarşik yapısını alt üst edercesine tepeden inme uygulamalar resmen başlamıştı.

Zirâ, Birileri için sözde irtica ile mücadele, Birlik Komutanlarının inisiyatiflerine bırakılamayacak kadar ciddi bir işti... Bu konuda en ufak bir taviz verilmemeliydi.

İrticaya göz yuman kim olursa olsun, onlarla ilgili de işlem yapılacağı söyleniyordu. Bu durumda kimsenin kimseyi savunma ya da göz ardı etme cesareti de kalmamıştı…

Tekrar tekrar doldurulan nitelik belgelerinde en ufak bir ayrıntının gözden kaçmaması isteniyordu. Delil, ispat, belge… Bunların hiçbirine gerek yoktu…

Bir subay ya da astsubay eşinin başörtülü olması, içkili maaile personel balolarına ya da çay partilerine katılmıyor olması, mesai dâhilinde namaz kılıyor olması hatta gümüş yüzük takıyor olması bile irticai unsur olarak değerlendirilmesi ve sakıncalı personel kategorisine alınması için yeterliydi…

“28 Şubat” henüz ülke gündemine girmemişti ama tel örgülü kışla ve karargâhlarda pilot uygulamalar çoktan başlamıştı. Baskıların dozu her geçen gün artarak devam ediyordu.

O yıllarda askerî lojmanda kalıyorduk... Yine bir gün eşim ve küçük oğlumuzla çarşıya çıkmış, işimizi bitirdikten sonra evimize dönüyorduk ki, lojmanlar bölgesine girişteki ana nizamiyede nöbetçi bir erin uyarısı ile beynimizden vurulmuşa döndük…

Nöbetçi, “Komutanım emir var, hanımefendi bu kıyafetiyle (eşimin baş örtüsünü kastederek) içeri giremez.” Diyerek yolumuzu kesmişti…

İnanılır gibi değildi…

Bir hışımla “Sen şöyle kenara çekil bakalım, Komutanın kimse onunla görüşelim!..” deyip nöbetçiyi kenara iterek Nizamiye Nöbetçi Astsubayının yanına girdim.

Ve O’na hitaben, “Bu ne demek oluyor!? Burası keyfe keder uğradığımız bir sosyal tesis değil, benim evim… Eşimin kıyafetinden dolayı içeri girememesi de neyin nesi!?.. Hadi orduevi gibi sosyal tesisleri anladık!.. Zaten oralara gittiğimiz de yok!... Kendi evimize de mi giremeyeceğiz?!.. Böyle bir emir olur mu?!..” diye çıkıştım…

Astsubay çaresiz ve üzgün bir halde…” Vallahi ne diyeyim kardeşim?!...Emir bu gün geldi… İnan şuanda ilgili şube müdürü albay evinin balkonundan nizamiyeyi gözetliyor.

“Başörtülü birinin girdiğini görürsem sizin hakkınızda emre itaatsizlikten işlem yaparım” diye tehdit etti…Şimdi söyle ne yapayım?!...” Diye yakındı…

Yapacak bir şey yoktu… O gün, o an, kendi evimize giremedik ve nizamiyeden geri dönmek zorunda bırakıldık… Eşim evden çıktığına bin pişman, gözü yaşlı kendi kendine söylenip duruyordu… Bense bir aile reisi olarak fevkalâde rencide olmuş, sinirimden ne yapacağımı bilemez haldeydim… O gün, akşam hava kararana kadar dışarılarda vakit geçirdik.

Bâri havanın kararmasını bekleyelim, sonra biner bir taksiye, eşim arka koltuğa görünmeyecek şekilde oturur, ben de şoför mahalline geçer, nizamiyeye yaklaşınca ön camdan kimliğimi gösterir içeri gireriz diye düşündük. Böylelikle evinin balkonundan dürbünle nizamiyeyi izleyen o albayın takibinden de kurtulmuş ve evimize ulaşmış oluruz. Sonrası ALLAH Kerîm dedik.

Öyle de oldu…

Nizamiyedeki nöbetçinin kimlik kontrolünün ardından içeri hareket ederken arabanın arka koltuğuna baktığımda, eşimin fark edilmek endişesiyle koltuğa yan vaziyette sinmiş olduğunu görünce bir kez daha sarsıldım. “Bu nasıl bir zulüm ALLAH’ım!..” dedim içimden…Burası neresi!?.. Biz kimiz !?..

Âdeta, Hitler’in Alman Yahudilerine, Amerika’ın bir dönem zencilere yaptığı ayrımcılık ve zulme benzer bir zulümle karşı karşıyaydık…

Evimize girmiştik ama, o gece benim için geçmek bilmemişti… Sabah ilk iş görev yaptığım birliğin ilgili şubesine gidip yaşadığım bu saçmalığı anlatmak ve hesap sormak olmuştu…

Fakat ne yazık ki, aldığım cevabın yapılan uygulamadan pek farkı yoktu…

Anlaşılan bu günler iyi günlerimizdi…

Uzaktan uğultusunu duyduğumuz, yaklaşan yeni nesil bir darbenin ayak sesleriydi sanki…

İlk darbe ordunun hiyerarşik yapısına çoktan yapılmıştı…

Bundan sonra zulüm ve ayrımcılığın dozu her geçen gün daha da artacağa benziyordu…

Üstat Necip Fazıl’ın manzum ifadesinde işaret ettiği gibi;

“Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,

Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!..”

Devam Edecek>>>>>>>

Serencamım-14 ; ” Nitelikli Fişleme!..”

90’ lı yıllar aklıma geldiğinde hep garip bir his kaplar içimi…

Ve Üstâd Necip Fazıl’ın ; 
Yeryüzü boşaldı, habersiz miyiz?
Güneşe göç var da, kalan biz miyiz? mısraları çınlar kulaklarımda…

Evet, 90’lı yıllar tel örgüler ardında; kışlalarda, karargâhlarda inancını yaşamaya çalışan askerler için yalnızlık hissinin tavan yaptığı yıllardı…

Ve o yıllar tel örgünün sınırlarının tüm ülkeyi içine almaya başladığı yıllar olarak tarihe geçecekti…

Çok şükür en azından şimdilik benim kışlamda sistematik bir baskı yoktu. Ancak sık sık yukarıdan(!) gelen “Gizli” ve “Kişiye Özel” emirler ağzımızın tadını kaçırmaya, huzur ve ahengimizi bozmaya yetiyordu…

O yıllarda yine yukarıdan(!) gelen bir emirle, her personel için ‘nitelik belgesi’ denen matbuu bir belge tanzim edilmeye başlanmıştı. Aslında bir tür fişlemeydi bu…

”Nitelikli Fişleme!..”

Sadece personeli değil, tüm aile fertlerini de kapsayan bir fişleme… Her personelden kendi ve ailesinin en son çekilmiş resimleri özellikle isteniyordu… Herhalde bu gün olsa her lojman girişine koydukları kameralarla bu kez “Nitelikli İzleme…” yaparlardı. Nitekim o günlerde bazı işgüzarların dürbünle lojman girişlerini izledikleri, giren çıkanı takip ettikleri bir sır değildi…

Bu günkü şartlarda havsalaların alamayacağı kadar ilginç gelişmelerdi bunlar… Tugayımızın yarısı Güneydoğu’da terörle mücadelede görev yaparken; arkadaşlarımızın kâh şehit, kâh yaralı haberleri geliyorken ve en önemlisi kışladaki kalan yarımız görev sıramızı bekliyorken, birileri “terörden daha tehlikeli” olarak nitelendirdiği ve “irtica” olarak yaftaladığı bir kesimi fişlemekle meşgûldü…

Emir komuta zinciri içerisinde ahenkle çalışan birçok üst ve amirimiz bu durumdan ciddi derecede müşteki idi… Yukarıyı(!) kastederek kendi aralarında sık sık “Biz ne işlerle uğraşıyoruz, bunlar neyin peşinde!?” benzeri serzenişlere şâhid oluyorduk.

Farklı kışlalardan tam tersi durumlara dair duyumlar da almıyor değildik. İşi gücü bırakıp personelinin peşine adam takan, önüne geleni fişleyen Komutanlar da vardı. Ama benim kışlam gerçekten bu konuda bir istisnaydı…

Nitekim söz konusu için istenen, eşime ve kendime ait resimleri karargâhın ilgili şubesine teslim ettikten sonra şube müdürü binbaşı beni yanına çağırmış ve “Hakan assubayım, lütfen yanlış anlama… Seni tanıyor ve biliyoruz… Ancak ben yenge hanımın bu başörtülü resmini nitelik belgesine yapıştırıp gönderirsem, altına ne yazarsak yazalım senin için Yüksek Askeri Şurâ’ya dosya hazırlamamızı istemeleri muhtemeldir… İstersen varsa yengenin baş açık bir resmi, onu ver… Gönderelim gitsin…” uyarı ve tavsiyesinde bulunmuştu.

Bu uyarı ve tavsiyenin o şube müdüründen çok Tugay Komutanının inisiyatifinde yapıldığından hiç şüphem yoktu. Ama böyle bir ikiyüzlülüğü yapamazdık, yapmadık… Bedeli ne olursa olsun, olduğumuzdan farklı görünmek inanç ve yaşayışımıza aykırıydı…

Bu taviz bir resim ile de olsa verilemezdi. Gizleyecek, utanılacak ve korkulacak bir şeyimiz yoktu… Bu düşüncelerle binbaşıya farklı bir resim vermek istemediğimizi bildirdim.

Bu kez, “Hiç olmazsa geleneksel bir eşarp gibi bağlayıp resim çektirin onu gönderelim” tavsiyesi ile dönüş yapıldı…

Bu da olduğumuzdan farklı görünmek, sanki bir şeyleri gizlemeye çalışmak gibiydi.

“Neysek oyuz…” dedik ve geri adım atmadık…

Kendini mes’ûl hissedip üzülmesini istemediğimden bu olanlardan eşime hiç bahsetmemiştim. Zaten askerî lojman mahallinde, askerî kantin gibi yerlerde yeterince psikolojik tacize uğramaktan mustaripti… Ben çıkalım demesem ve zorlamasam, evden bile çıkmak istemiyordu…

O nitelik belgeleri o şekliyle dolduruldu ve gitti.

Belgenin nitelikleri ifade eden kısımları ise başlı başına ilginçliklerle doluydu…

Devam Edecek>>>>>>>

Serencamım-13 ; “Esrarengiz Misafirler…”

Tugay Komutanı önde, esrarengiz üç misafir arkada Tugay Karargâh binasının merdivenlerini koşarcasına çıkarak doğrudan toplantı salonuna geçmişlerdi. Komutanın misafirleri karşılama şekli kadar makamına almadan doğrudan toplantı salonuna yönelmesi de ilginçti…

Dedim ya, ilginç zamanlardı ve ilginç olaylara şahit oluyorduk.

Biz gelenler kimin nesiydi diye düşünürken, o anda toplantı salonunda bir kızılca kıyamet kopmuştu… Tugay Komutanının öfkeli haykırışı tüm koridorda yankılanıyordu…

Karşısındakilere hitaben, “Burası bir kışla!.. Ve bu kışla benim mahremim!... Siz benim mahremime bu şekilde nasıl girmeye çalışırsınız?!.. Siz kimsiniz!?.. Bu ne cür’et!?..

Tugay Komutanının ara sıra birilerine sinirlenip bağırdığı çağırdığı olurdu ama böylesine öfkelendiğini doğrusu o güne kadar ne görmüş ne de duymuştuk…

O esnada bir karargâh subayı Nizamiye Nöbetçi Astsubayını arayıp öğrenmiş olmalı ki, “Gelenler Genelkurmay’danmış… Galiba kapıda kimlik göstermek istememişler…” fısıltıları personel arasında dolaşmaya başlamıştı. Kısa süren sessizliği Tugay Komutanının öfkeli haykırışları yeniden bozdu… Bu arada sanki havaya saçılmış kâğıt seslerine benzer sesler de bu haykırışlara eşlik ediyordu...

Tugay Komutanı haykırmıyor, adeta kükrüyordu…

O gün koridorda yankılanan, “Bu Birliğin Komutanı Benim!.. Emrimdeki personeli benden daha iyi kim bilebilir!.. Siz ne yapmak istiyorsunuz?!..” ifadeleri hala dün gibi gibi kulaklarımda çınlar.

Mesele anlaşılmıştı… Gelenler, o günlerde BÇG olarak bilinen Batı Çalışma Grubunun elemanlarıydı ve muhtemelen yaklaşmakta olan Yüksek Askerî Şûra öncesi ihraç edilmesini istedikleri Birlik Personeli ile ilgili çalışma yürütüyorlardı. Komutana o an neler söylemişlerse O, söylenenlere inanmamış ve personelini savunarak BÇG’ nin tepeden inme yürüttüğü bu çalışmalara tepki göstermişti.

O gün şahit olduğumuz bu olay, 28 Şubat olarak bilinen o meş’um darbe sürecinin ruhunu yansıtması açısından benim için tarihi bir öneme sahipti…

Evet, “ilginç zamanlardı” o güne kadar da çok ilginç olaylara şahit olmuştuk ama o gün şahit olduğumuz bu olay 28 Şubat sürecinde asıl darbenin silahlı kuvvetlerin kendi hiyerarşik yapısına karşı yapıldığını gösteren en ilginç olaylardan biriydi…

O günkü esrarengiz misafirlerin kim ya da kimlerin geleceğiyle oynadıklarını hâlâ bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, birileri pervasızca ülkenin geleceği ile oynuyordu ve mevcut komuta kademesinin birçoğu bu tepeden inme pervasız uygulamalardan hiç hoşnut değildi.

Bu arada İhraç edilenlerin ismi, kim olduğu hiç önemli değildi…Onlar bu meş’um sürecin şamar oğlanlarıydı. Varlıkları, Yüksek Askeri Şûralar sonrası gazete manşetlerinden ilan edilen sayılardan ibaretti. (-İhraç edilen 50 asker, 100 asker vs.) Hepsi bu…

Onlar sessiz sedasız, ortalığı velveleye vermeden, hiç isyan etmeden kaderlerine boyun eğip sine-i millete döndüler…

Süreç tüm hızıyla devam ediyordu… Sözde irticayla mücadele, kurumsal bir cadı avına dönüşmüştü…

Devam Edecek>>>>>>>

Serencamım-12 ; “İlginç Zamanlar...”

İster zulmeden ister zulme uğrayan olsun herkes kendi imtihanını yaşar…

Yaşanmış binlerce imtihandan sadece birisidir benimkisi…

Yaşanılan o dönemleri “İlginç Zamanlar” olarak tanımlar, eski asker İskender PALA “İki Darbe Arasında” isimli kitabında…

Şöyle der kitabın girişinde PALA; “Eski bir Çin bedduasına göre, kötülüğü istenen kişiye ‘ilginç zamanlarda yaşayasın !..’ denirmiş. Çok ağır bir ilenç bu gerçekten. İlginç zamanlar acımasızca savurur çünkü insanları ve adalet ilginç zamanlarda sapar yoldan. Sonra gerçeklerin üstü kolayca örtülüverir ilginç zamanlarda ve kanunun gücü yerine, gücün kanunu hüküm sürmeye başlar.”

Ben bu ilginç zamanları iliklerine kadar yaşamış binlerce talihliden(!) sadece birisiydim.

90’lı yılların sonuydu…Ve İlginç zamanlarda ilginç şeyler yaşanıyordu gerçekten de…

İstanbul Hasdal’daki kışlanın nizamiyesine diplomat çantalı, sivil kıyafetli, abus çehreli, üç kişi gelir… İçlerinden biri nizamiyede görevli astsubaya kendini Albay olarak tanıtıp Ankara’dan geldiklerini ve Tugay Komutanı ile görüşeceklerini söyler… Görevli astsubay kibarca kimliklerini görmek ister. “Kimliğe falan gerek yok! Ankara’dan geliyoruz, Albayız dedik ya!” diye çıkışır içlerinden biri sert ve buyurgan bir üslupla… Astsubay tartışmaya girmez. Hemen telefona sarılır ve santrale Tugay Komutanını acil bağlamasını söyler. Çok geçmeden Tugay Komutanı telefonun diğer ucundadır…

Astsubay kendini takdimden sonra, “Komutanım, şu an nizamiyede sizinle görüşmek istediklerini söyleyen, kimliklerini görmek istememe rağmen Albay olduklarını iddia (!) ederek kimliklerini göstermeyi reddeden üç beyefendi var… Ne emredersiniz?..” diye iletir durumu.

Cevap kısa… Emir nettir… 
“Kimlik göstermiyorlarsa kovala gitsinler…Burası Ringo’ nun ahırı değil Askerî Kışla Astsubayım!...”der ve telefonu kapatır Komutan.

Astsubay Tugay Komutanından aldığı mesajı aynı netlikle, noktasına virgülüne dokunmadan karşı tarafa olduğu gibi iletince, abus çehreler daha bir gerilir ve hışımla kimlikler çıkartılır… Astsubay kimlikleri görür görmez “Şimdi buyurun Komutanım” der ve yanlarına verdiği bir nezaretçi erle misafirleri Karargâha yönlendirir. Ardından hiç vakit kaybetmeden Tugay Komutanına, gelen misafirlerin kimliklerini gördüğünü ve derhal içeri yönlendirdiğini de bildirir.

Olayın bundan sonraki kısmına da bizzat ben şahit olmuştum…

İstanbul Hasdal’da Tugayın Lojistik Şube Astsubayı olarak çalıştığım oda, Tugay Komutanının Makam odası ile karşılıklıydı. Bir ara Komutanın makamdan bir hışımla, sanki birini kovalar gibi fırladığını görünce, merakla ben de ardı sıra peşine düşmüştüm. Komutan, karargâhın kapısına bir solukta varmış, giriş merdivenlerin başında elleri belinde, sanki hesap soracakmış gibi sert bakışlarını karşıdan gelen eli çantalı üç sivile dikmiş bekliyordu.

Onlar daha merdivenin başına yaklaşır yaklaşmaz, Komutan hoş geldiniz bile demeden "beni takip edin" manasında bir baş hareketiyle “gelin bakalım!” Diyerek, ani bir hareketle arkasını dönüp karargâha yönelmişti…

Gelenler kimdi?... 
Komutan neden böyle bir karşılama gereği duymuştu?.. Ben dahil karargâhta olaya şahit olan hiç kimse doğrusu gördüklerimize bir anlam verememiştik. İlginç zamanlardı ve ilginç olaylara gebeydi…

Olayın aslını çok sonra öğrenecektik…

Devam Edecek>>>>>>>

Serencamım-11 ; “Afşinli Ali Çavuş...”

Vakit öğle idi...

Sorumlu çavuş yanında bir er ile Tecrit ’in kapısına geldi.

Öğle yemeği getirmişlerdi. Tabii oruçlu olduğumu bilmiyorlardı. “Ben oruçluyum sağ olun” dedim. Ardından lavabo için müsaade istedim. Çavuş kapıyı açtı, lavabonun yerini gösterdi. Zaten iki kapı ötedeydi... Öğle namazı için abdest aldıktan sonra dönerken, “yere serebileceğim bir karton vs. Bulabilir miyiz?” diye sordum. Çavuş; “namaz içinse seccade var...” diye cevap verdi. Az sonra elinde seccadeyle geldi, kıbleyi tarif edip, ilk günküne nispetle daha yumuşak bir üslupla “seccade sende kalabilir. Bende bir tane daha var. Ayrıca bir ihtiyacın olursa da –Ali Çavuş diye- seslen, ben duyarım.” dedi ve gitti.

Ân’a ve mekâna, secde ve kıyamlarla manevi imzalar bıraktığım yerler arasına ilk defa, bir Tecrit hücresi dahil olmuştu. O günlerde yaşadığım o secde anlarının manevi lezzetini normal zamanlarda yaşayabilmenin kolay kolay mümkün olmadığını şimdilerde daha iyi anlıyorum. Ve ben hâla ne zaman namazlarda azıcık huşû’umu kaybetsem, gözlerimi kapar ve farklı mekân ve zamanlardaki o secdeleri tasavvur ederim. Sanki secdeden doğrulduğumda bir anda kendimi o mekân ve zamanlarda bulacakmışım gibi olurum.
...

İftar vaktine doğru Ali Çavuş, elinde yemek tepsisi taşıyan bir er ile kapıya geldi...

“İftara misafirin var assubayım“ dedi bu kez samimi ve sıcak bir ses tonuyla... Doğrusu şaşırmıştım... Yüzüne bakıp şaşkın bir tebessüm attım...

Tecrit’ te ilk iftarı ve sonraki tüm iftar ve sahurları Ali Çavuş ile birlikte yapmaya başlamıştık.

Kahramanmaraş Afşinliydi Ali çavuş... 80 Darbesinde Ülkücü Hareket davasından içeri girmiş, uzun süre tutuklu kaldıktan sonra berat ederek normal hayatına dönmüş bir darbe mağduruydu. Oldukça ağırbaşlı, sert meşrep, gün görmüş ve mütevekkil kişiliği, ciddi ve karizmatik duruşuyla dosta güven, düşmana korku verecek bir hâli vardı... Bana yaşadığı işkence ve zulümlerin bir kısmını anlatmıştı. Onu dinledikten sonra kendi yaşadıklarım gözümde adeta küçülmüştü.

Afşinli Ali çavuşla bütün bir Ramazan’ ı birlikte geçirmiştik. Görev yaptığım Birlikten geri çağrılınca cezamın bittiğini sanmış, muhabbetle kucaklaşarak vedalaşmıştık. Ama ayrılığımız çok uzun sürmemişti.

Görev yaptığım Birliğe döner dönmez ilk verdikleri on günlük sözde oda hapsinin tecziye emrini tebellüğ ettirip, uydurma başka bir suçtan elime yeni bir savunma tutuşturmuş, mesai bitimine kadar da yazılı savunmamı vermemi istemişlerdi... Savunmamı verir vermez, “Savunmanız yetersiz görülmüş olup; 10 gün oda hapsi ile tecziye edilmenize karar verilmiştir” yazılı ikinci bir tecziye yazısı hemen tebellüğ ederek yeniden Merkez Komutanlığındaki Tecrit’ in yolunu tutmuştum. Ramazan ayı bitene kadar bu böyle gir-çık devam etmişti.

Savunmalarda isnat edilen suçların hiçbirinin malum gece meydana gelen o olayla ilgisi yoktu... “Misafirhane düzenine aykırı hareket etmek”, “Misafirhanede gürültü yaparak huzuru bozmak”, “Misafirhane Talimatlarına aykırı hareket etmek” gibi basit suçlar isnat ederek art arda savunmalar veriliyordu.

Verilecek cezanın Merkez Komutanlığı’nın Tecrit hücresinde çekilebilmesi için de her şeyi düşünmüşlerdi. Güya Birlik içinde oda hapsi için uygun bir mekân bulunmadığı için Merkez Komutanlığından resmi yazı ile yer gösterilmesi talep ediliyor, Merkez Komutanlığı da olumlu cevap vererek gereğini yapıyordu... Tabiri caiz ise her şey kitabına uydurulmuştu...

İkinci on günlük oda hapsi cezamı çekmek için tekrar Tecrit’ e döndüğümde, bu kez Afşinli Ali Çavuş beni daha samimi ve sıcak karşılamıştı.

Bu gidiş ve dönüşler Ramazan Bayramı sonuna kadar devam etmişti. Artık neredeyse alışmıştım... Her ceza bitiminde doğrudan Personel Birimine gidiyor, şakayla karışık “Yeni bir savunma istiyor musunuz?” diye soruyordum. Onlar da yeni suç isnatlarıyla hazırladıkları iki satırlık savunma yazısını elime tutuşturup mesai bitimine kadar da yazılı olarak savunmamı vermemi istiyorlardı... Sonrası malûm...Tekrar Tecrit’ e dönüş...

Kapısının üstünde “TECRİT” yazan o hücre, Afşinli Ali Çavuş ile paylaştığımız sohbet ve muhabbet dolu mübarek anlarla, adeta mâ’verâya açılan bir geçit olmuştu... Şer gibi görünende bir hayr, Hayr gibi görünende ise şer vardı...

Devam Edecek>>>>>>>

29 Haziran 2020 Pazartesi

Serencamım-10 ; “TECRİT”

Sabah olmuştu... 

Bir önceki gece yaşananlar gözümün önüne gelip gidiyor, bundan sonra olacaklarla ilgili tahminler yürütmeye çalışıyordum. O gece uyudum mu uyumadım mı? Orucumu nasıl tuttum hatırlamıyorum...

Ortada bir disiplin suçu vardı ve aslında bu tip durumlarda teamüller de belliydi… Genelde İlk amir olan Komutan olayın taraflarının yazılı savunmalarını alır, savunmanın mahiyetine göre de ya kendi ceza yetkisi çerçevesinde cezalandırır ya da meseleyi Disiplin Mahkemesine veya Askeri Mahkemeye sevk ederdi

Ama Öyle olmadı…

Sabah mesai başlar başlamaz Birlik Komutanı sayılan Albay Rütbesindeki Fabrika Müdürü’nün Makamına çıkarıldım. İlginç bir şekilde, ifademi bizzat kendisi almak istemişti. Bu durum teamüllere hiç uymuyordu. Normalde ifade alınmadan önce ilk amirim tarafından yazılı savunmam alınmalıydı. İfadeyi de Birlik Komutanı almazdı...

Odasına girdiğimde askeri geleneklere uygun bir şekilde selam verip kendimi takdim eder etmez, Albay tabiri caizse, açtı ağzını yumdu gözünü… O’nun işi değildi ama sözde ifademi alıyordu… Önce bir soru soruyor, hemen ardından, daha ben cevap vermeye başlar başlamaz sözümü kesiyor, bağırıp çağırarak tahkir ve tezyif etmeye başlıyordu.

Yapılan muamele ifade almak değil, adeta sözlü taciz ve bir tür psikolojik şiddetti… Olayın iki tarafı vardı ama sadece ben bu muameleye maruz kalıyordum. Olay bir disiplin suçuydu ama siyasi bir suçmuş gibi muamele ediliyordu.

Ben albayın yanındayken, birileri de misafirhanedeki odamı arayıp, buldukları ne kadar kitap varsa hepsini toplayıp albayın odasına getirmişlerdi. Anlaşılan albay odamın aranması için emir de vermişti.

Albay odamdan getirilen kitaplara bakarak "hepsi bu kadar mı?" dedi.

"Hepsi bu kadar Komutanım" dediler... Zaten henüz çok fazla kitabım da yoktu... Hepsini tek tek kontrol etti... Bir Kur'anı Kerim, bir ilmihal, bir kaç roman... Hepsi bu kadar...

"Bunlar yasak yayın değil!... Her yere baktınız mı?! Başka kitaplar olmadığına eminsiniz değil mi?" diye söylendi...

Ne kadar sürdü bilmiyorum… Ama ben kendimi ifade edemeden, Albay hiddetle bağırarak “çabuk alın götürün şunu!..” diyerek haykırdı…

Ne olduğunu anlamadan rütbesini hiç hatırlamadığım bir subay ve bir er nezaretinde bindirildiğim askeri jeeple alelacele yola düştük.

Nereye gidiyoruz diye sordum… Merkez Komutanlığı’na dedi subay olan…

“Ne işimiz var Merkez Komutanlığında Komutanım “dedim.

“Cezanı orada çekeceksin” dedi… 
Anlayamıyordum… 
Ama o an cesaret edip bir soru daha soramadım… 
Zaten Albayın tehdit ve hakaretlerinden yeterince yılmıştım. Artık bir ters cümleye daha tahammülüm yoktu…

Ancak olacak şey değildi... Rütbeli bir personele verilecek ceza ve bu cezanın uygulama şekli belliydi… Disiplin suçu işleyen bir rütbeliye oda hapsi verilmişse bu ceza askeri birlik içindeki bir mekânda (-ki, Fabrikada bu tip cezalar misafirhanedeki bir odanın kapısına nöbetçi koymak suretiyle-) çektirilirdi… Merkez Komutanlığında oda hapsi o güne kadar ne görülmüş ne duyulmuştu…

Nasıl olduğunu hala bilmiyorum. Ama apar topar, hiçbir yazılı ifade veya savunma alınmadan, hiçbir ceza tebliğ edilmeden, Merkez Komutanlığına götürülmüş ve kapısında “TECRİT” yazan bir hücreye atılmıştım.

Tecrit Hücresi bodrum kattaydı. Kapısı demir parmaklıklardan oluşan, tavana yakın parmaklıklı küçük bir penceresi bulunan, sadece bir ranza ve küçük bir masa ile bir sandalyenin sığabileceği kadar genişlikte, daracık, loş, (-adı üstünde-); bir hücreydi.

Kısa bir süre sonra 30-35 yaşlarında, iri yapılı, sert görünümlü, çatık kaşlı, çavuş rütbesinde bir erbaş, elinde bir çarşaf ve bir nevresim olduğu halde kapıya geldi ve kilidi açıp içeri girdikten sonra, elindekileri ranzanın üstüne fırlatıp çıkarken, sert ve umursamaz bir ses tonuyla “yatağına serersin…” dedi ve kapıyı çekip çıktı...

Gelen seslerden, bitişik koğuşta da tutuklu erlerin kaldığı anlaşıyordu. Kendi aralarında, “…TECRİT’ e yeni misafir gelmiş, astsubaymış...” diye konuştuklarını duyuyordum.

Çavuşla karşılıklı konuşma ve hitap tarzlarından, çavuşun buranın sorumlusu olduğu anlaşılıyordu.

Yaşı askerlik çağının çok üstündeydi. Anlaşılan askere geç gelmişti ama genelde askere geç gelenler belalı tipler olurdu ve rütbe alamazlardı...

Hem çavuş hem ileri yaşta bir erbaş…

Ve ortada onun dışında rütbeli kimse görünmüyordu.

Belirsizlikler üst üsteydi … Neden buraya gönderilmiştim, ne kadar kalacaktım ve bu işin sonu nereye varacaktı?!..
Kafam allak bullaktı…

Devam Edecek>>>>>>>

28 Haziran 2020 Pazar

Serencamım-9 ; “Büyük İmtihan Başlıyor…”

Yaşadıklarımız karşısında, “Adam sen de !..” deyip boş vermek de vardı… Ama ben böyle bir şeyi nasıl yapabilirdim?!.. Artık ne zaman o meslektaşımı görsem hep bu hakaretleri dinleyip ağzını bile açamamış olmanın zilletini yaşamaz mıydım?... Bu gelgitlerle epey mücadele ettikten sonra devrelerime;

“Yok arkadaş!.. Ben dayanamayacağım!.. En azından gidip usulünce rahatsızlığımı dile getireceğim… Belki, telafi eder… kim bilir belki, -Konu başka kardeşim… Sen yanlış anlamışsın deyip- geri adım atar… Söylemezsem patlayacağım…” dedim.

Yanlışa, yine yanlış bir yöntemle mukabele etmeyi tercih ederek hayatımın geri kalan kısmını tümden sarsacak bir depremin ilk fay kırılmasını tetiklemek üzereydim…

Bunu tepki göstermemeliydim manasında söylemiyorum. Onca hakaret, küfür ve hezeyanlar karşısında susmak tabii ki zillet demekti. Ama gösterilecek tepkinin mutlaka başka bir yöntemi olabilirdi.

Devrelerimin “Şimdi gitme… Başka bir zaman hep birlikte konuşuruz…” uyarılarına aldırmadan, her zamanki heyecan ve tez canlılığımla bir solukta kendimi kaldığı odanın kapısında bulmuştum...

Kapıyı çalıp içeri girdim… Odadaki masaya oturmuş sanki beni bekliyordu… Ne var ne istiyorsun manasında bir bakış attı. Karşısına dikildim ve ciddi, kararlı bir üslupla “Abi!.. Biraz önce aşağıda, benim ve ailemin de dahil olduğu toplumun belli bir kesimini doğrudan hedef alan bir dünya küfür ve hakarette bulundun. Üstelik bizim de yaşam tarzımızı, fikrimizi bildiğin halde… Rütbesi ve makamı ne olursa olsun kimsenin böyle bir şeye hakkı yok!..” özünde bir şeyler söyledim.

Bekledim ki, “öyle… ya da öyle değil şöyle…” desin -ki konuşalım ve tatlıya bağlayalım- Fakat öyle olmadı… Sanki önceden kurgulanmış bir oyun gibi ayağa kalktı ve yine sert bir üslupla üzerime yürüyerek külhanbeyi üslubuyla “sana hesap mı vereceğim hemşerim!..” dedikten sonra adeta aşağıdaki filmi başa sararak bir kez daha izletti… Yetmedi sözde bana haddimi bildirmeye de cüret etti… Tabi buna müsaade edemezdim... Etmedim de...

Ve istenmeyen o trajik son…

O gün orada yaşanan o talihsiz olaydan sonra, bin bir umut ve idealle başladığım muvazzaflığımın daha ilk yılında, soruşturmalar, alınan savunmalar, hakkımda düzenlenen mahkeme dosyaları ve “sakıncalı” ibareli siciller, oda hapisleri, tecritler adeta üzerime sel gibi akın etmeye başlamıştı…

Olay bir disiplin suçu olmaktan çıkarılmış, sanki siyasi bir hüviyete evrilmişti. Olayın şahitleri ve gelişme şekli beni haklı kılsa da yanlış zamanda, yanlış yerdeydim ve yanlış bir tercihte bulunmuştum.

Tekrar itiraf etmeliyim ki, bu günkü aklım olsa belki çok daha farklı ve yapıcı bir yöntem bulabilirdim. En azından yüzde yüz haklıyken kendi kendimi haksız duruma düşürecek fevri bir hareket yapmazdım.

Yine de yaşanmış yaşanmıştır ve eğer ibret alınmışsa ve öldürmemişse insanı olgunlaştıran bir imtihan olarak tecrübe hanemize yazılacaktır. Nitekim öyle de oldu…

Bu depremin artçı sarsıntıları ve etkisi askerlik hayatımın geri kalan kısmını derinden etkileyecekti. Ama önce ilk iki yılını konsantre yoğunlukta bir büyük imtihanla geçirmeme neden olmuştu.

Hani demiri harlı körükte kızdırıp, örste döverler ardından suyunu verip çeliklerler ya!.. İşte bu öyle bir imtihandı ve devam ediyordu…

Ramazan’ın kalan yirmi gününü oda hapsinde geçirecektim... Ama sıradan bir oda hapsi değil... Her şey sanki önceden planlanmıştı... Yılanın (!) başı küçükken ezilmeliydi...

Daha bu başlangıçtı...

Devam edecek>>>>>>>

27 Haziran 2020 Cumartesi

Serencamım-8 ; “Büyük İmtihana Doğru…”

Hayat bir tercihler silsilesi… Günlük hayatta attığımız her adımda yeni bir tercihle karşı karşıyayız. Şurası bir gerçek ki, insanlar hayatları boyunca yaptıkları doğru ya da yanlış tercihlerin sonuçlarını yaşıyorlar…

“Keşke...” diyerek söze başlamayı hiç sevmem. Ama biraz sonra aktaracağım ve benim hayatımda önemli bir fay kırığına neden olan olayla ilgili olarak; “şimdiki aklım olsaydı böyle yapmazdım” diyebilirim.

Ne ki, henüz 19 yaşında, genç, tecrübesiz ve bir o kadar da yüksek özgüvene sahip heyecanlı birinin bunu diyebilmesi, o gün için çok da kolay değildi…

Takvimler 27 Nisan 1988’ i gösteriyordu ve Mübarek Ramazan ayının onuncu günüydü…

Bilenler bilir, Erzurum’da Ramazan ayı farklı bir coşkuyla yaşanır. Birlikte yapılan iftarlar, hınca hınç dolu camilerde birlikte kılınan teravih namazları ve ardından gelen sıcak çay sohbetleri ile sahur vaktine kadar süren bir coşkudur bu…

Erzurum’a has serin bahar gecelerinde sahura kadar genellikle uyunmazdı. Zaten sahur vakti batıdaki illere göre oldukça erken olurdu. Sabah namazına kadar uyumayıp, o saatte yatılsa bile sabah yine uykuyu almış olarak işe gidilebilirdi.

O gün, biz de birkaç devre arkadaşım ile teravih namazından sonra misafirhanenin kafeterya bölümünde oturmuş bir yandan çaylarımızı yudumlarken, diğer yandan da kendi aramızda sohbet ediyor, o günkü sahurda ne hazırlayalım, makarna mı yapalım, kahvaltı mı yapalım diye kendi aramızda konuşuyorduk. Zira her gün sahurda birimiz hazırlığa öncülük ediyor, sonra sahuru hep birlikte yapıyorduk.

Tam bu sırada aynı yerde görev yaptığımız ve bizimle aynı yerde kalan, bizden dört yıl daha kıdemli bir meslektaşımız içeriye girdi. İçeri girerken ki gergin ve sinirli hali gözlerden kaçmıyordu. Bu yüzden biz de ne olur ne olmaz deyip sohbet konusunu değiştirmiştik.

Zira hepimiz bir birimizin fikri yapısını, yaşam tarzını yakinen bilecek kadar birbirimizi tanıyorduk. Nitekim o her fırsatta kendini açıktan solcu olarak nitelendiren, Cumhuriyet gazetesi okuyan, genelde yalnız takılan biriydi. Biz rütbe ve yaş itibariyle kendisinden küçük olduğumuzdan onunla hiçbir tartışmaya girmez, üzerimize bir söz düşerse alttan alır, gündelik muhabbetlerle durumu idare ederdik.

O günkü gergin ve sinirli halinin nedenini kendisine çay getiren garsonu karşısına alıp, ayaküstü ve adeta duyulmasını istercesine bir ses tonuyla anlatmaya başladığı hadiseye ister istemez kulak misafiri olduktan sonra anlamıştık…

Oruç ayıydı ve Erzurum’da oruç tutsun tutmasın hiç kimse açıktan yiyip içmez; böyle yapanlar uyarılır, uyarılmasa bile en azından kınanırdı. Anlaşılan o gün bu meslektaşımız, Erzurum’daki bu hassasiyeti bilmesine rağmen, Erzurum’un en işlek caddesinde sigarasını yakmış ve bunu gören birkaç genç tarafından uyarılınca da onlara ders vermeye kalkmış; tartışma büyüyünce de soluğu misafirhanede almıştı…

Yaşanan bu hadisenin etik boyutu, doğruluğu ya da yanlışlığı ve de kimin kime hoşgörü göstermesi gerektiği muhakkak ki, ayrı bir tartışma konusu…

Fakat yaşanılan olay ne olursa olsun, kendisine çay getiren alakasız bir garsonu ayakta dikip, olayla ilgili yorumlarını hepimize duyurmak istercesine yüksek bir sesle anlatmaktaki amacının, bizleri tahrik etmek olduğu inkâr edilemez bir gerçekti…

İlerleyen dakikalarda konuşmanın harareti arttıkça artıyor; ifadeler küfür ve hakaretin sınırlarını zorluyordu… Sarf edilen sözlerin yenilir yutulur tarafı yoktu… Üstelik bu küfür ve hakaretlerle dolu hezeyanlar sadece belli bir kişiyi değil, neredeyse toplumun büyük bir kısmını hedef alıyordu.

Ben ağza alınmayacak bu küfür, hakaret ve hezeyanları duydukça hop oturuyor hop kalkıyor, konuya dâhil olmamak için kendimi zor tutuyorken, devre arkadaşlarım ısrarla sakin olmamı işaret ediyorlardı.

Hasılı, tüm kin ve nefretini, küfür ve hakaretlerini hepimizin ortasına adeta kusup, sonra arkasına bile bakmadan çıkıp gitmişti…

Gitmişti ama, bu kadar küfür ve hakaret karşısında ağzımızı açıp bir şey söyleyememenin dayanılmaz sızısı bize kalmıştı.

Güzel bir Ramazan gecesi durduk yerden ağzımızın tadı kaçıvermişti.

Peki, bu mesele burada biter miydi?

Devam edecek>>>>>>>

26 Haziran 2020 Cuma

Serencamım-7 ; “Erzurum Günleri…”

Denir ki, “(…) aramakla bulunmaz ancak bulanlar hep arayanlardır.”

Kur'ada Erzurum’u çekmekle başlayan süreç, benim arayışımın 'niyet' aşamasıydı… Misafirhanedeki odamın kapısından içeri girdiğim an da âdeta beni bu niyete sevk eden ilahi bir yönlendirme…

O odadan içeri girdiğimde gördüğüm manzara; masa üzerinde neredeyse bir düzine kitap ve yere serilmiş seccâde üzerinde huşû ile kıyamda duran genç bir astsubaydı…

“Aman Allah’ım!..” dedim içimden… “Sen ne büyüksün!?.. Sanki manevi bir işaret bana gideceğim yönü gösteriyordu.

O an kendimi o kadar rahat ve huzurlu hissettim ki, oraya gelirken taşıdığım tüm endişeler bir anda yerini huzur ve güvene bırakmıştı. O, namazına devam ederken ben sessizce bir kenara geçip oturdum.

O ara masa üzerindeki kitaplara gözüm takıldı. Muhtemelen, üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. Sınav hazırlık kitapları dikkatimi çekmişti. Tarihe de meraklı olmalıydı…Masa üstünde tarih içerikli kitaplar da vardı. Bunların dışında, kitap sırt motiflerinden dini içerikli olduklarını tahmin ettiğim kalın kitaplar da dikkatimi çekmişti.

Anlaşılan ilk oda arkadaşım, üniversiteye hazırlanan, çokça okuyan ve benim gibi idealleri olan bir astsubaydı. Hâl ile davet işte böyle bir şeydi...Daha ağzını açıp bir kelam etmeden, hatta tanışmadan, yönelmem gereken istikameti görmeme vesile olmuş, beni etkilemişti...

Namazın bitiminde tanıştık. (-ben burada mümkün olduğunca isimleri değil, hâl ve davranışları anmak istiyorum-) Sakin, mütebessim ve samimi bir üslupla “hoş geldin kardeş…” dedi, karşısındakine güven veren ve sanki doğuştan kısık bir ses tonuyla… Uzun uzun sohbet ettik. Odaya ilk girdiğim anda gözlemlediğim tahminlerimde yanılmamıştım. Üniversite sınavlarına hazırlanıyordu. Bana da vakit kaybetmeden sınavlara hazırlanmaya başlamamı şiddetle tavsiye ediyordu…

Onunla ettiğimiz sohbet süresince tahminlerimin hiçbirinde yanılmadığımı anlamıştım. Ve bundan ziyadesiyle memnun olmuştum. O, misafirhaneden ayrılıp gidene kadar aylarca sürdü karşılıklı sohbetlerimiz…

“Tarih şuuru”, “ecdat”, “mukaddesat” gibi kavramlar Ondan sık sık işittiğim kavramlardı. Ondan çok şey öğrenmiş, her şeyden önce bol bol okumaya ve kendimi sorgulamaya başlamıştım.

Ustad Necip Fazıl, Yavuz Bahadıroğlu, Abdurrahman Dilipak, Hekimoğlu İsmail, Ahmet Günbay Yıldız, Şule Yüksel Şenler O’nun vesilesiyle tanıştığım yazarlardan bazılarıydı.

Erzurum’a geldiğim ilk gün yaşadığım -bana göre tarihi- o karşılaşmadan sonra artık namazlarımı da hiç aksatmadan kılmaya başlamıştım.

O günden itibaren benim için namaz, yaşadığım an ve mekâna atılan bir imza, bir işaretti adeta... Namazda ettiğim her secde, durduğum her kıyam, o an ve mekanla benim aramda ölene kadar kopmayacak bir bağ kuruyordu. Bu bazen bir misafirhane odası, bazen bir mescid, bazen bir depo, bazen bir ağaç ya da kayanın dibi… Hatta bir hastane koğuşu ya da oda hapsi cezası çektiğim hücre…Hiç fark etmez…

Bugün bile kimi secdelerde geçmişteki o an ve mekanlara gidip, hala o anın ruhi atmosferinde hissederim kendimi…

Uzatmayalım, Erzurum günleri benim için günde 24 saatin yetmediği, tabir yerindeyse deli gibi çalıştığım günlerdi… Bir yandan üniversite sınavlarına hazırlanıyor, bir yandan yabancı dil çalışıyor, diğer taraftan yeni görevimin gerektirdiği bilgi ve yetkinliğe erişebilmek için askeri talimnameleri karıştırıyordum.

Çevremde görevinde temayüz etmiş çok kıymetli meslektaş büyüklerim vardı. Sağ olsunlar hepsi de kendilerinden istifade etmeme olanak tanıyacak ilgi ve yakınlığı gösteriyorlar, bununla da kalmayıp beni görevimle ilgili yeni hedeflere teşvik ediyorlardı. Hemen herkesle beşeri münasebetlerim çok iyiydi..

Diğer taraftan, görev yaptığım yer bir askeri fabrika olduğundan bizimle çalışan sivil memur ve işçiler de vardı. Onlar sayesinde Erzurum halkını da yakından tanıma fırsatı buluyordum. Hatta Erzurumluları Erzurum'dan daha önce tanımıştım. Erzurum halkını çok sevmiştim. Dadaş diyorlardı Erzurumluya... Erzurum soğuk ama Erzurumlu dadaşlar çok sıcak kanlılardı... Çabucak alışmıştım..

Her şey çok güzel başlamıştı…

Ta ki, Nisan 1988 Ramazan ayına kadar…
Devam edecek>>>>>>>

25 Haziran 2020 Perşembe

Serencamım-6 ; “İlk Görev Yerim; Kabul Edilmiş Duâm…”

İlk görev yerlerimiz için kur’alar çekilirken tek arzum, Doğu Anadolu’da bir yerlerde görev yapmaktı. Bu yüzden çektiğim kur’ada Erzurum’un çıkmış olmasını hep bir lütfu ilahî olarak değerlendirmişimdir.

Zira, Balıkesir Ordudonatım Okulu’nda öğrenci olarak geçirdiğim son yıl, Astsubay Hazırlama’ da geçen yıllara kıyasla, görece daha rahat ve serbestti ve delikanlılık çağımızın verdiği hislerle bu serbestlik beni biraz gevşetmişti…

Aslında bu son senenin öğrencilikten muvazzaflığa geçişte ve bundan sonraki askerlik hayatımda yükleneceğim sorumluluklar açısından büyük öneme sahip olduğunu biliyordum.

O yüzden her akşam başımı yastığa koyduğumda, bundan sonraki askerlik hayatımda yükleneceğim ve belki bir ömür taşıyacağım sorumlulukları bir bir gözümün önüne getiriyor, bana bu sorumlulukları kaldırabilecek güç ve şuur vermesini yüce Mevlâ’dan niyaz ediyordum.

Vatanına ve milletine bağlı liyakatli bir asker, örnek bir aile reisi, hayırlı bir evlat, Rabb’inin rızasını gözeten sadık bir mü’min olarak yaşamak en büyük arzumdu…

Bunun için de bana göre maddi manevi bir olgunlaşma süreci gerekiyordu. Bu sürecin sağlıklı ilerleyebilmesi, dikkat ve teveccühümü doğru istikamete yönlendirebilmeme bağlıydı. Bu yüzden ilk başlangıcı mazbut bir coğrafyada yapmak istiyordum.

Hâsılı Erzurum benim hem ilk tayin yerim, hem de kabul edilmiş duâmdı…

Erzurum’a gelmeden yaklaşık bir ay önce, ailemin talebi ve rızasıyla, Ana-babmın benim ve ailemiz için uygun gördüğü, benim de aileme olan itimat ve sadakatimin bir gereği olarak kabul ve niyet ettiğim evliliğe ilk adımı atmış ve müstakbel hayat arkadaşımla henüz 18 yaşında nişanlanmıştım.

Böylelikle askerlik sorumluluğunun yanında, aile sorumluluğu için de ilk adım atılmış; bir bakıma benim için olgunlaşma süreci başlamıştı. Niyetim, ilk yıl kendimi maddi ve manevi olarak evliliğe hazırlamak, gelecek yıl da mümkün olduğunca aileme yük olmadan yuvamı kurmaktı.

Bununla beraber, liyakatli bir asker olmak adına da birtakım planlarım vardı. Askerî okul son sınıftayken üniversite sınavlarına girmemize izin verilmemişti. Her yıl sadece dereceye giren ilk on kişiye bu hak tanınıyordu. Sadece bir kere bizden bir önceki devrede ilk elli kişi bu haktan yararlanmış, bizim devrede ise tamamen yasaklanmıştı.

O yüzden üniversiteyi okumak benim içimde bir ukde olarak kalmıştı. Bazı meslektaşlarımızın olağan üstü gayretlerle bazı fakültelerin ekstern (devam mecburiyetsiz) bölümlerini kazandıklarını, böylelikle zor da olsa hem görev yapıp hem üniversite okuduklarını duyuyordum. Vakit kaybetmeden ve bilgilerim henüz tazeyken bir an önce üniversite sınavına girip ekstern bir fakülteyi kazanmak ve okumak istiyordum.

Ayrıca, askeri okulda iyi bir İngilizce temeli almıştım ve bunu geliştirmek de planlarım arasındaydı. Diğer taraftan askerî uzmanlık alanında da mutlaka kendimi geliştirmem lazımdı.

Ve tüm bunların, üzerine bina edileceği temel olarak da ailemde gördüğüm güzel ahlak, erdem, çalışkanlık, dürüstlük ve sorumluluk şuurumu geliştirmem gerektiğinin de farkındaydım.

Ailemden doğruluk, çalışkanlık ve cömertlik gibi hasletleri; Askerlikten de Disiplin, Ciddiyet ve Heyecanla yaşamayı öğrenmiştim.

Bundan sonraki hayatımı bu istikamet üzere inşa etmek niyetindeydim.

Güzel ahlak, disiplin, ciddiyet ve heyecan…

Niyet hayır, akıbet hayır deyip, 15 Eylül 1987’ de Erzurum’da göreve başladım.

Kışla misafirhanesinde kalmam için bir yer ayarlanmıştı. Kalacağım oda iki kişilikti ve oda arkadaşımın benden iki yıl kıdemli bir astsubay meslektaşım olduğu söylenmişti. Biraz tedirgin olmuştum…Kimin nesiydi bilmiyordum? Üstelik benden iki yıl kıdemliydi de… Bari devrelerimden biri olsaydı diye iç geçirdim… İnşaAllah kafa dengi biridir dedim kendi kendime…

Elimde çanta ve valizlerim olduğu halde misafirhanedeki odama çıktım… Kapıyı çaldım… İçeriden ses yok… Sonra bir kere daha çaldım…Ve bir kere daha derken, doğrusu izin almadan içeri girmeye de çekiniyordum… Benden iki yıl kıdemliydi, daha ilk günden ters bir söz ya da hareketle karşılaşmak da istemiyordum… Öğlen saatleriydi. Nöbetten çıkmış istirahat ediyor olabilirdi. Aklıma bin bir türlü ihtimal geldi gitti.

Sonunda cesaretimi toplayıp yavaşça kapıyı araladım. Gördüğüm manzara karşısında içimden “aman Allah’ım!..” dedim. “Sen ne büyüksün…”

Bu bir tesadüf olamazdı…

Olsa olsa bir sevk-i ilahi idi…

Devam edecek>>>>>>>

24 Haziran 2020 Çarşamba

Serencamım-5 ; “Askerî Öğrencilik Yıllarından Küçük Bir Kesit...”

Henüz bulûğa ermeden girip, reşit olarak mezun olduğum askerî öğrencilik yılları Astsubay Sınıf Okulu ile birlikte dört yıl sürdü.

Acı-tatlı anılarla dolu, acısı alabildiğine acı; tatlısı alabildiğine tatlı, dolu dolu yaşanmış kocaman bir dört yıl…

Ama bir gün olsun pişman olmadım, bir an olsun “offf!..” bile demedim. Devam eden askerlik yıllarımda da bu hep böyleydi...

Askerî okula girerken, beni tanıyan hemen herkesin, fizikî açıdan benim askerliğe elverişli olmadığımı iddia etmesine ve beni bu yoldan döndürmeye çalışmasına karşın, bu dört yılın sonunda 1,51 boyla girdiğim okulumdan 1,76 boyla, tabiri caizse çakı gibi bir Astsubay olarak mezun olmuştum.

“Astsubay” demişken, burada bir şeyin altını çizmek istiyorum;
Tüm askerlik yaşamım boyunca gerek okulda, gerek kıt’ada liyakatli bir asker olmayı, statü olarak subay veya astsubay olmanın hep üstünde tuttum. Benim için asıl olan subay veya astsubay olmaktan önce, liyakatli bir asker olmaktı.

Hatta inanmayacaksınız… Askerî okula girerken “subay” nedir, “astsubay” nedir; hangisi, hangisinin üstüdür, inanınız bunu bile bilmiyordum. Doğrusu, bilmeme gerek de yoktu… Zira ben statü edinmek için değil, askerliği tutku ile sevdiğim için asker olmak istemiştim.
...
Askerî öğrencilik yıllarında çok anı biriktirdim. O yıllarda tuttuğum günlük sayfalarında saklı sayısız anılarım vardır. Ama bir tanesi bende öyle iz bıraktı ki, hayatımın her evresinde hatırlar ve mutlaka hatırıma geldiği her ortamda şifahen de olsa paylaşırım…

Askerî okulun ilk yılında hatta ilk döneminde, soğuk bir kış günü ve hafta sonuydu. Tüm öğrenciler çarşı iznine çıkarken, ben halâ başımın belası olan beden eğitimi notlarımı ve koşu standartlarmı yükseltebilmek için okulun spor alanı çevresinde koşarak antrenman yapıyordum. Malûm; okul giriş sınavında beni imtihan eden o uzun boylu yüzbaşıya, daha iyi koşacağıma dair söz vermiştim.

Açıkçası askerî okuldaki Beden Eğitimi dersleri öyle sivil okullarda bildiğimiz cinsten ip atlayarak, yakar top oynayarak geçiştirilen türden bir ders değildi. Burada anlatılamayacak kadar zor bir programı vardı. Şu kadarını söyleyeyim, Beden Eğitimi dersinden bütünlemeye kalanlar bile oluyordu.

Neyse uzatmayalım, antrenman yaparken bir ara dinlenmek için kenara oturduğum sırada benden iki yıl önde, yani üçüncü sınıf ve sporcu olduğu her halinden belli bir abiyi antrenman yaparken görmüş ve biran kendimi üçüncü sınıfa sağ salim erişmiş, kıt’aya çıkmasına çok az zamanı kalmış bir öğrenci olarak hayal etmeye başlamıştım.

Daha yolun başındaydım ve geçirmem gereken daha çok uzun yıllar vardı… Bu düşüncelerle o kadar dalmışım ki, o abinin yanıma geldiğini hiç fark etmemiştim.

Bir an omzumda hissettiğim bir elle irkildim. O abi yanıma gelmiş, dalıp gittiğimden hiç haberim bile olmamıştı. Hemen ayağa kalktım.
(-Okulda üst sınıf devrelerle, alt sınıf devreler arasında askerî gelenekler gereği astlık, üstlük hukuku vardı-)

Bana “otur otur…” dedi. O da yanıma oturdu ve benim bugüne kadar hiç unutmadığım, aramızda geçen o hikmetli sohbet başladı…

“Hayırdır çözmez, derin derin dalmış ne düşünüyorsun?.. Evini mi özledin?...

“Yok abi…Seni görünce bir an imrendim, ben de bir gün sağ salim, başarıyla, ailemi mahcup etmeden üçüncü sınıfa erişebilecek miyim, bu günler geçecek mi diye düşünüyordum…Ne mutlu... Sen inşaAllah bir yıl sonra mezun olup gideceksin, bense daha yolun başındayım…”

“Adın neydi senin?..”
“Hakan…Hakan ŞİMŞEK…”
“Bak Hakan... Bugünü ve bu ânı hiç unutma. Çünkü bu ânı bir daha hatırladığında bir bakmışsın mezun olmuşsun, bir bakmışsın kıt’aya çıkmış göreve başlamışsın, bir bakmışsın emekli olmuşsun…Yıllar ne kadar yavaş geçiyor gibi görünse de aslında çok çabuk geçer, anlayamazsın bile… Önemli olan yılların çabuk geçmesi değil, geçmekte olan vaktin en iyi şekilde değerlendirilmesi, israf edilmemesidir. Yılların geçip geçmeyeceğine değil, o yılları nasıl geçirmen gerektiğine odaklanmalısın…”

Evet…
Bugün bu satırları yazarken o abiyi bir kez daha minnet ve şükranla anıyorum. Hayatım boyunca elimden geldiğince bu anlayışı düstur edinmeye çalıştım…

Bugün görüyorum ki, geçmez dediğim yıllar su gibi akıp geçmiş, elimde bu farkındalıkla edinebildiğim, benim için paha biçilmez tecrübelerden ve dostluklardan başka hiçbir şey kalmamış…

Ve takvimler 30 Ağustos 1987’yi gösteriyorken, askerî okuldan mezun olmuş, atama kur’asında Erzurum'u çekerek,15 Eylül 1987’de Erzurum’da Kıt’aya çıkmıştım…

Nasıl geçer, diye endişelendiğim yıllar işte geçip gitmişti.

Şimdi Kıt’anın gerçekleriyle yüzleşme vaktiydi…

Devam edecek>>>>>>>

23 Haziran 2020 Salı

Serencamım-4 ; “Çok Şükür ALLAH’ım...Çok Şükür...”

Nihayet Askerî Okul sınavlarının tüm aşamalarını geçmiş, en son aşama olan sağlık raporunu da “Asker’i Öğrenci Olabilir” kaydıyla almış ve yirmi beş gün sonra kesin kayıt için yine baba-oğul Çankırı’nın yolunu tutmuştuk.

Bu kez kesin kayıt için Okulumun nizamiyesinde yani giriş kapısındaydık...

Bu kapı benim için sadece Askerî Okulun nizamiyesi değil, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı yeni bir yaşama açılan sembolik bir geçitti...

Babam belki de bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının farkındaydı. Oğlunu daha buluğa ermeden orduya teslim etmek, O’nun için kolay alışılabilecek bir şey değildi. Ondan olsa gerek hala beni ikna etmeye, geri döndürmeye çalışıyordu. “Bak oğlum, halen geç sayılmaz, istersen hemen buradan geldiğimiz gibi geri dönebiliriz.” diyerek kararlılığımı test etmeye çalışıyordu. Fakat başaramadı...

Benim içinse yıllardır hayalini kurduğum tarihi an gelmişti.

Tabiri caizse, âşık, mâşukuna kavuşmuştu.

Nizamiyeden giriş yaptıktan sonra, bir asker kışlaya ilk adım attığında ne aşamalardan geçtiyse tek tek o aşamalardan geçmiştik. Görevli bir asker nezaretinde gruplar halinde önce tıraş, ardından levazım deposu önünde resmi elbiseleri alma kuyruğu, sonra doğru hamama... Levazım deposunun o kendine has tekstil kokusu hala hafızamda...

Hamamdan sonra heyecanla üzerime giydiğim birkaç beden büyük üniforma ve birkaç numara büyük botla biraz komik görünsem de hiç kafama takmamış, üzerimi giyer giymez sabırsızlıkla bahçede bekleyen babamın yanına koşmuştum.

Bu, babamla asker olarak ilk karşılaşmamızdı... Ve hayatımda ilk kez babamın hıçkırıklar içinde ağladığına şahit olmuştum... Üzüntü ve şaşkınlık içinde bir an ne yapacağımı şaşırmış bir şekilde “baba, sen artık gidebilirsin...Beni hiç merak etme, ben iyiyim...” diyebilmiştim. Bu sahne birkaç kez tekrar etmişti... Babam bir türlü bırakıp gidemiyordu... “Tamam oğlum gidiyorum” diyor, birazdan dışarı çıkıp baktığımda içtima (toplanma) alanının kenarındaki ağaçların altında gözü yaşlı beklerken buluyordum.

Yıllar sonra öğrendim ki, okuldaki görevliler üzerimden çıkan sivil namına ne varsa, çorabımdan iç kıyafetlerime kadar hepsini bir kutuya koyup babama teslim ederken “Bundan sonra oğlunun tüm ihtiyaçları Devlet tarafından karşılanacak, bu eşyaları geri götürebilirsin” demişler.

Bu olay babamın çok zoruna gitmiş... O yüzden saatlerce orayı terk edememiş. Asıl trajedi ise Antalya’ ya, evimize döndüğünde yaşanmış... Annem, ailecek o kutunun etrafında toplaşıp içinden çıkan her parça giysiye adeta ağıtlar yakarak ağlaşmışlar...

İşin trajik yanı bir yana, ben hedefine ulaşmış olmanın derin huzur ve mutluluğunu yaşıyordum. Askerî okulda ilk öğlen yemeği vaktiydi... Anadolu’nun dört bir yanından asker olmak için gelmiş, yeni arkadaşlarımla topluca hep bir ağızdan muazzam bir ahenkle ilk yemek duamızı ediyorduk.

Yaklaşık beş yüz kişi aynı anda;

"ALLAH’ımıza Hamd Olsun!..“  

“Milletimiz Var Olsun!..” diyor;

Bense, Allah’a bana bu günleri gösterdiği, asker olma idealime beni kavuşturduğu için sevinç gözyaşları içinde tüm kalbimle şükürler ediyordum... Çok şükür ALLAH’ım, çok şükür...

Devam edecek>>>>>>>

22 Haziran 2020 Pazartesi

Serencamım-3 ; “Sen Elendin !.. Ayrıl !.”

Hayatımda ilk kez koştuğum dört yüz metrelik o toprak parkurda, bitiş çizgisine ulaşmaktan çok, hayallerime ulaşmak için koştuğumu hatırlıyorum.

Yorgunluktan perişan bir halde bitiş çizgisine sonuncu olarak ulaştığımda sürenin henüz doksan saniyeyi aşmamış olduğunu öğrenmiş ve tam rahatlamıştım ki, sert bir sesle irkildim…

“Sen elendin !.. Ayrıl !..”

O an başımdan aşağı kaynar sular dökülmüş, neye uğradığımı şaşırmıştım...
Çok sonra, okulumuzun yüzbaşı rütbesinde beden eğitimi öğretmeni olduğunu öğrendiğim uzun ve atletik yapılı, sert görünümlü adamın bana seslendikten sonra arkasını dönüp gittiğini gördüm.
Sınav öncesi sıra beklerken iki çocuğun konuşmalarına kulak misafiri olmuştum. Biri diğerine “burada herkese komutanım diyeceksin” diyordu.

Can havliyle uzun boylu adamın arkasından koşarak nefes nefese önünü kestim… Olağan üstü bir cesaret ve öz güvenle “Komutanım!.. Beni eleyemezsiniz, koşuyu tamamladım?!..” diye çıkıştım.
Durdu… Sanki yüksek bir tepeden bana bakıyordu… Tepeden tırnağa beni süzdü…
Karşısındakan ter içinde, eşofmanı olmadığı için altında şorta benzer bir don, üstüçıplak, ayağında iğreti lastik bir ayakkabı ile dikilmiş kara kuru ama kendinden eminve kararlı bir çocuk duruyordu…
Kendinden emin ve sert bir edayla, “Doksan saniyelik koşuyu zor bitirdin!..” Diye cevap verdi.
Anlaşılan cılız yapımı ve koşarken ki perişan halimi görünce asker olamayacağıma karar vermişti.
Nefes nefese; “Komutanım hayatımda ilk defa koştum. Çalışırsam daha iyi de koşarım. Beni bunun için eleyemezsiniz, Başka bir şey daha gösterin onu yapayım... Mekik çekeyim meselâ… “ dediğimi hatırlıyorum.

O an uzun boylu adamın sert yüzü biraz yumuşamıştı.
“Nerelisin sen ? “ diye sordu.
“Antalyalıyım Komutanım.”
Hayret dolu bir yüz ifadesiyle;
“Antalya’yı bırakıp buralara asker olmaya geldin öyle mi?..”
“Evet Komutanım… Ben asker olacağım… Beni elemeyin... Başka bir şey gösterin onu yapayım…”
“Baban ne iş yapıyor aslanım?”
“MKE Pil Fabrikasında işçi Komutanım…”
“Başka kardeşin var mı?”
“Dört kardeşiz Komutanım. En büyükleri benim…”
“Annen ?”
“Annem evde örgü makinesiyle örgü örer, örgücülük yapar Komutanım…”
Bu kısa diyalog uzun boylu adamı iyice yumuşatmış gibi görünüyordu…
Babacan, yarı tebessüm dolu bir surat ifadesiyle, “Peki o zaman çek şurada yirmi beş mekik görelim…” dedi…

O gün orada yirmi beş değil, yüz yirmi beş mekik çekmemi isteseydi, hiç itiraz etmeden canımı dişime takar yüz yirmi beş mekiği de çekebilirdim.
Nitekim, mıcır taşlarla dolu o toprak zeminde, çıplak ve ince vücudumla sırtıma batan taşların acısına aldırmadan bir çırpıda o yirmi beş mekiği çekivermiştim.
O gün orada ALLAH o uzun boylu adamın kalbine insaf ve merhamet, bana da mucizevi bir cesaret ve güç vermişti.

Aynı günün akşamı babam, ince mıcır tanelerinden delik deşik olmuş sırtımı görünce ne diyeceğini bilememiş, sadece boğuk bir sesle “oğlum bunlar ne?!..” diyebilmiş ve susmuştu.
Konuşsaydı belki ağlayacaktı…

Benimse sırtıma batan o taşlar hiç umurumda değildi…
Artık asker olmama ve hayallerime kavuşmama ramak kalmıştı…

Devam edecek>>>>>>>